Türkiye Yüzyılında Kızıldeniz’de Kapsayıcı ve Birleştirici Bir Aktör Olarak “TÜRKİYE”
Güneyde Aden Körfezi ve Babülmendep Boğazı ile kuzeyde Süveyş Kanalı ve Akdeniz’i birbirine bağlayan Kızıldeniz, 21.yüzyılda pek çok uluslararası aktörün bölgeye dönük ekonomik ve askerî angajmanını artırmasıyla birlikte tam anlamıyla bir rekabet sahasına dönüşmüştür. Bölgesel krizlerin yanında Ortadoğu’nun farklı noktalarındaki çekişmeler, Kızıldeniz üzerindeki gerilimi artırmış ve taraf devletlerin kıyı ülkeleri üzerinde askerî üs kurma çabalarını ön plana çıkarmıştır. Batı yakasında Mısır, Sudan, Eritre, Cibuti ve Somali gibi Afrika kıtası devletlerini, doğu yakasında Suudi Arabistan ve Yemen’i bulunduran Kızıldeniz, petrol taşımacılığı başta olmak üzere ucuz maliyetinden ötürü pek çok farklı ticari kolda en çok tercih edilen güzergâhlardan birisi olmuştur. Bu sebeple dünya ticaretinin %25’ini oluşturan deniz taşımacılığına ev sahipliği yapmaktadır. Bu özelliğinin yanında Afrika kıtası ile Arap Yarımadasını birbirine bağlayan Kızıldeniz havzası, kültürel ve dinî bir köprü görevi görmektedir. Her yıl hac görevini yerine getirmek isteyen Afrikalı Müslümanlar, Sudan’ın SevakinAdası üzerinden Mekke’ye ulaşmaktadır. Bunun yanında, Sudan, Etiyopya ve Mısır gibi önemli pazarları içinde bulunduran bölge, tarım açısından da oldukça elverişli topraklara sahiptir.
Bölge dışı aktörlerden birisi olarak Türkiye, kıyı ülkeleri ve halklarıyla sahip olduğu tarihsel, dinî ve kültürel bağların yanı sıra bölgenin ekonomik potansiyeli ve jeopolitik öneminin farkına varmak suretiyle Kızıldeniz’e yönelik adımlarını hızlandırmıştır. Özellikle Kızıldeniz’in Batı yakasındaki ülkelerle etkileşimini artıran Türkiye, Somali ve Etiyopya gibi Afrika boynuzu olarak adlandırılan bölgedeki ülkelerle önemli ilişkiler geliştirmiş, 2017’de Somali’ye en büyük denizaşırı askerî üssünü kurmuştur. Bununla beraber 2017 Aralık ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sudan ziyaretinde Sevakin adası yeniden restore edilmek üzere 99 yıllığına Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Bu gelişmeler, 1998 senesinde başlatılan ancak 2002 sonrası dönemde kademeli olarak hayata geçirilen “Afrika Açılımı” ve uygulanan siyasi aktivizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Büyük oranda Kızıldeniz’in batı yakasına (Doğu Afrika) yönelik hamlelerde bulunan Türkiye’nin Kızıldeniz politikaları genel hatlarıyla Türkiye’nin Afrika politikalarıyla doğru orantılıdır. Bu bağlamda, daha çok insani diplomasi ve kalkınma yardımlarıyla özdeşleştirdiği Afrika Açılımını 2013 yılında Afrika Ortaklık Politikasını hayata geçirerek çok boyutlu hâle getiren Türkiye, bölge ülkelerine yönelik ticari faaliyetlerine ve yatırımlarına ivme kazandırmıştır.
Kızıldeniz’deki güç mücadelesi içinde Türkiye, neo-kolonyal dürtülerden uzak, kapsayıcı ve kazan-kazan ilişkisinin ön planda tutulduğu bir yaklaşım benimsemiştir. Birçok araştırmacıya göre yerel ve uluslararası aktörlerin dış politika ve yardım modellerinin buluştuğu bir laboratuvar olarak görülen Kızıldeniz üzerinde Türkiye’nin geliştirdiği argümanlar bölgede faaliyet gösteren diğer aktörlerden kolaylıkla ayrışmaktadır. Bu ayrışmayı daha iyi göstermek adına Kızıldeniz üzerindeki üç temel yaklaşımdan söz edilebilir.
Bunlardan ilki Fransa ve ABD’nin başını çektiği Batılı yaklaşım modelidir. Bu yaklaşım, öncelikle bölgedeki sömürgeci geçmişi sebebiyle halklar nezdinde olumsuz bir algı yaratmaktadır. Ancak daha önemlisi, bu yaklaşımın devletler nezdinde bıraktığı algı olmuştur. Buna göre batılı aktörler, şeffaf yönetim, insan hakları ve demokrasi gibi değerleri bahane ederek devletlerin iç işlerine müdahale etmekte ve kendi çıkarlarına göre dizayn etmektedir.
Bir diğer yaklaşım, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez bloku yaklaşımıdır. 2017 yılında yaşanan Körfez (Katar) krizi sırasında Katar’a yönelik uygulanan ambargolar esnasında tarafsız kalan kıyı devletlerinin cezalandırılması ve Kızıldeniz’in batı blokunda bulunan ülkelere yönelik uygulanan dinî ve ideolojik baskılar, bu yaklaşımın en temel özelliklerindendir. Aynı şekilde, Suudi-BAE blokunun 2015 Yemen müdahalesinin ardından stratejik olarak önemli konumda bulunan ülkelerden sürekli destek beklentisi, bu yerel aktörlerin Körfez bloku ile olan ilişkisini sorgulamaya itmektedir.
Son olarak, “Bir Kuşak Bir Yol” projesi kapsamında Sudan, Cibuti ve Etiyopya’da önemli altyapı, liman ve demir yolu yatırımları bulunan Çin; petrol ve hammadde kaynaklarına olan bağımlılığı sebebiyle güvenli ve sürdürülebilir bir tedarik zinciri kurmak istemektedir. Bu doğrultuda yapmış olduğu yatırımlar, bölge ülkelerinin kalkınmasından çok kendi ticari ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirme üzerine kuruludur. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak Çin, “yeni sömürgeci güç” olarak tanımlanmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye’nin bölge üzerinde benimsediği değerler; insani diplomasi ve siyasi aktivizmin yanında gerekli ölçüde ekonomik ve stratejik pragmatizm barındırmaktadır. Bölge ülkelerinin kalkınmasına yönelik yürütülen ekonomik faaliyetler ve kalkınma yardımlarıdır. Batılı devletlerin “herkese uyan” (one size fits all) yaklaşımının karşılığında ülkelerin ihtiyaçlarına göre reaksiyonda bulunan Türkiye, bu durumla ilişkili olarak karar alma ve uygulama süreçlerinde çok daha etkin ve verimli bir görüntü çizmektedir. 2011 ve 2017 yıllarında ortaya çıkan “Somali açlık krizi” bunun en büyük örneğidir. Öyle ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Somali ziyareti ve akabinde Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı(TİKA), Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD), Kızılay ve Diyanet İşleri gibi kurumların oluşturduğu mekanizmaların hayata geçirilmesiyle çok kısa zaman içinde Somali’ye önemli yardımlar ulaştırılmış ve yaşanan insani kriz ciddi ölçüde engellenmiştir.
Özetle, Türkiye; 2000’lerin başında bölge devletleri üzerinde siyasi ve kültürel mirasını korumaya ve geliştirmeye yönelik diplomatik kanalları güçlendirmek istemiştir. Bunun bir sonucu olarak 2002’den günümüze Afrika’daki konsolosluk sayısı 12’den 42’ye, Türk Hava Yolları (THY) uçak destinasyon noktası 4’ten 60’a ve Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) iş konseyleri 6’dan 46’ya çıkarılmıştır. Bu yaklaşım ekonomik ilişkilerin de yeniden canlanmasına sebep olmuştur. Bu canlanma kendisini ithalat/ihracat verilerinde açıkça göstermiştir. Ayrıca karşılıklı iş birliği ve çıkar ilişkisine dayalı politikalar, Türkiye’yi yalnızca Sudan ve Etiyopya gibi büyük pazarlara sokmamış ayrıca bu bölgelerdeki siyasi ve kültürel etkisini de itibarlı bir konuma getirmiştir.
Sonuç olarak Kızıldeniz ve Doğu Afrika’daki Türkiye varlığı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” vizyonu bağlamında ilerlemekte, bütünleştirici, kutuplaşmalardan uzak ve kapsayıcı bir karaktere dönüşmektedir. Yine bağlı olarak ‘Türkiye Yüzyılı’, Türkiye’nin Afrika’da kimlik siyaseti yerine birlik siyasetini önceleyeceği bir döneme öncülük edecektir.
YUSUF YILDIRIM
ORSAM GENEL SEKRETER YARDIMCISI
19.01.2023