Tarih Araştırmalarında Yeni Bir Soluk: Çevresel Tarih
M. Fatih ÇALIŞIR
Kovid-19 salgının devam ettiği ve yaşantımızı değiştirip dönüştürdüğü şu günlerde her meslek ve meşrepten insan yaşananları kendi zaviyesinden ele almakta ve anlamlı kılmaya çalışmakta. Tarihçilerin de doğal afetlerin tarihini araştırmaları, insanların (ve diğer canlıların) doğal afetler karşısında nasıl bir tavır takındıklarını incelemeleri ve tarihteki büyük siyasi, toplumsal, iktisadi ve biyolojik dönüşümlerde bu tür hadiselerin oynadığı rolü saptamaya çalışmaları son derece önemlidir, hatta bir ölçüde kendilerinden beklenen ilmî bir vazifedir. Bu vazifeyi yerine getirmeyi mümkün kılacak çok sayıda arkeolojik, biyolojik ve yazılı kayıt mevcuttur. Son yılların gözde tarihçilik yaklaşımlarından biri olan çevresel tarih (environmental history) tam da bu noktada mevcut kayıtları farklı bir bakışla ele almakta ve böylece geleneksel tarih araştırmalarına yeni bir soluk getirmektedir.
Sadece insanların değil, insanların da içinde yer aldığı doğal çevredeki canlı-cansız tüm varlıkların ve bu varlıklar arasındaki etkileşimin yazılması gereken bir tarihi olduğu düşüncesini savunan çevresel tarih, insanoğlunun doğayla ilişkisini zaman içinde geçirdiği değişim ve dönüşümlere atıfla anlamaya çalışır. Doğanın bir parçası olan insanoğlu yeryüzünü paylaştığı diğer canlı türlerinin birçoğuna kıyasla toprak, su, hava ve diğer varlıklar üzerinde büyük değişiklikler meydana getirmiş ve halen de getirmeye devam etmektedir. İnsanoğlunun doğada meydana getirdiği değişiklikler -bir anlamda karşılık verircesine- hayatın ve tarihin gidişatını etkiler. Çevresel tarihçiler, bu sebeple, birey ve toplumların doğaya olan bağımlılığına ve bu bağımlılık sonucu gerek doğada gerekse bireysel ve toplumsal hayatta meydana gelen değişikliklere tarihyazımında daha sık vurgu yapılması gerektiğini dile getirirler.
Son yılların gözde tarihçilik yaklaşımlarından biri olan çevresel tarih (environmental history) geleneksel tarih araştırmalarına yeni bir soluk getirmektedir.
İnsanın doğa, doğanın da insan üzerindeki etkilerine/etkileşime odaklanan çevresel tarihçiler, bu etki ve etkileşimin ne tür bir siyasi vizyon, hukuk kuralı, ahlaki tavır, edebi bakış ve/veya kültürel/dini bir unsur olarak ortaya çıktığını anlamaya çalışırlar. Ulusların ve devletlerin oluşum, gelişim ve çöküşlerinde çevresel aktörlerin rolüne özellikle değinen bu tarihçiler, geçmişte ve günümüzde karşılaşılan çevresel sorunların tarihsel kökenlerini de ortaya koymaya gayret ederler.
Çevresel tarih, yer bilimi (jeoloji) gibi sadece doğal çevrenin tarihiyle ilgilenmez. Çevresel tarih anlatılarında çevrenin insana bakan yönü mutlaka yer almalıdır. Çevresel tarih, bu açıdan bakıldığında, esasında insan-merkezli (antroposentrik) bir araştırma alanıdır. Ancak bu alan diğer insan-merkezli tarih anlatılarından farklı şekilde insani faaliyetlerin gerçekleştiği bağlamın -ki bu doğal çevrenin tamamıdır- tarih araştırmalarında göz ardı edilmemesi gerektiğine dikkat çeker. Çevresel tarihçilere göre tarihsel anlatılar ekolojik açıdan da bir anlam ifade etmeli ve her iki araştırma alanı birbirini beslemelidir.
Çevresel tarih alanı için teorik bir çerçeve sunmaya çalışan tarihçilerin bu çıkışı aslında eski bir soruna yeni bir çözüm önerisidir. “Doğa Bilimleri” ve “İnsan/Toplum Bilimleri” olarak ikiye ayrılan araştırma sahaları arasında zamanla bir uçurum meydana gelmiş ve bu uçurumun kapatılması adına disiplinlerarasılık ve/veya çok disiplinli yaklaşım gibi farklı öneriler getirilmiştir. Konu üzerinde duran ve çevresel tarihin diğer tarihyazım şekillerine katkısına değinen Donald Worster şöyle der: “Çevresel tarih, geleneksel olarak dar bir alanda çalışma eğilimi gösteren tarih disiplininin kalıplarını aşıp kapsayıcı bir hale gelmesi yönünde sarf edilen değişimci çabanın bir ürünüdür.” Coğrafya, felsefe, antropoloji ve biyoloji gibi farklı uzmanlık alanlarında çalışan kişilerin çevresel tarih alanı içerisinde kendilerine yer edinmeleri ve önemli eserler ortaya koymaları bu açıdan tesadüfi değildir.
Çevresel tarih, getirdiği yenilikçi ve bütünlükçü bakış açısıyla siyasi, askeri, sosyal, iktisadi ve kültürel tarih gibi geleneksel tarihyazım şekillerine ilave edilecek ve bunlar üzerinde yeniden düşünmemizi sağlayacak devrimci bir niteliğe de sahiptir. Antik döneme uzanan öncüleri olmakla birlikte 1960’lardan bu yana kapsamı ve hedefleri belirli bir disiplin olarak ABD’den Rusya’ya, Brezilya’dan Hindistan’a dünyanın farklı coğrafyalarında icra edilen bu yeni tarihçilik biçemi ülkemizde de bilinir ve uygulanır hale gelmiştir. Sanayi Devrimi sonrası ciddi boyutlara ulaşan çevre problemlerinin gelişen iletişim araçları vasıtasıyla dünya kamuoyunu meşgul etmesi ve çevresel krizlerin oluşumunda insanoğlunun oynadığı rol ve ortaya koyduğu çözümlerin daha iyi anlaşılmasına olan ihtiyaç, çevresel tarih alanının geçtiğimiz elli-altmış yıllık dönemde popülerlik kazanmasında etkili olmuştur.
Çevre sorunları ve bu sorunların oluşumunda insanoğlunun oynadığı rol ve ortaya koyduğu çözümlerin daha iyi anlaşılmasına olan ihtiyaç, çevresel tarih alanının geçtiğimiz elli-altmış yıllık dönemde popülerlik kazanmasında etkili olmuştur.
Her ne kadar yeni bir alanmış gibi görülse de antik dönemlerden günümüze pek çok tarihçi ve düşünür insan-çevre, çevre-insan ilişkisi üzerine eserler vermiş, çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır. Örneğin, Antik Yunan tarihçilerinden Herodot (M.Ö. 484-415?), Tarih’inde insan-çevre ilişkisi üzerine birçok gözlem ve yorumda bulunur. İnsanoğlunun çevre üzerindeki faaliyetleri hakkındaki genelde olumsuz görüşlere sahip olan Herodot’a göre, köprü ve kanallar gibi insan gururunu temsil eden büyük inşaat faaliyetleri Tanrıların gazabına yol açmaktadır. Herodot gibi Tukidides (M.Ö. 460-395) de çevre-insan ilişkisine değinir ve çevresel unsurların insani faaliyetlere yön verdiğinden bahseder. Tukidides’e göre Yunan şehirleri arasındaki siyasi ve askeri sürtüşmenin ana sebeplerinden biri doğal kaynak ihtiyacını gidermektir. Spartalıların Amfipolis’e, Atinalıların da Sicilya’ya yaptıkları seferlerin nedeni bu bölgelerdeki zengin ormanlardır. Eflatun (Platon, M.Ö. 427-347) da ideal devletini betimlediği Devlet ve Kanunlar başlıklı eserlerinde yöneticilere çevreye nasıl yaklaşacakları konusunda tavsiyelerde bulunmuş, Kritias adlı bir diğer eserinde ise yağmur sularını depolayan ormanların giderek azaldığından yakınmıştır. Çinli düşünür Mensiyüs (M.Ö. 372- 289), ağaçların gün aşırı kesilmesini ve fidanların büyüyüp gelişmesine izin vermeyecek şekilde hayvan otlatılmasını eleştirir ve Çin’de zengin ormanlık alanlarıyla bilinen Öküz Dağlarının çıplak hale gelmesinde bu yanlış uygulamaların etkili olduğunu bildirir. Devletin başta gelen sorumluluklarından birinin iyi bir toprak idaresi olduğunu yazan bilge, hanedan mensuplarına belirli aralıklarla toprakları teftişe çıkmalarını tavsiye eder. Yöneticiler, toprağa saygı ve ilgi gösterdikçe insanların refah seviyesi artacak ve giderek daha erdemli hale geleceklerdir. Mensiyüs’e göre bir ülkedeki çevre şartları, o ülkenin nasıl idare edildiğinin en somut göstergesidir.
Antik Yunan ve Çin düşünürleri gibi İslam dünyasından da birçok müellif çevreye yönelik gözlemlerde bulunmuştur. Bunlardan biri olan İbn Haldun (öl. 1406), 1348’de Afrika ve Avrupa kıtalarını kasıp kavuran büyük veba salgınında annesini, babasını ve hocalarının bir kısmını kaybetmiştir. Tunus, Cezayir, Fas, Endülüs ve Mısır’da geçen hayatı sırasında sık sık kabileler arasında dolaşan ve bedevî hayat tarzını yakından inceleyen İbn Haldun, “Beşerî umran” adını verdiği özgün ilim dalını kurarken çevrenin tarihin akışına etkisini ön planda tutar. Havalar, Sular, Ülkeler’i yazan Hipokrat’a benzer şekilde İbn Haldun da çölün bedevîler üzerindeki etkilerine değinmiş ve bedevîler ile “hadarî” adını verdiği kentli toplumlar arasındaki temel farklara dikkat çekmiştir.
İslam dünyasında çevrenin tarih ve toplum üzerindeki etkilerine vurgu yapan ve çevreyi başlı başına bir araştırma nesnesi haline getiren alimler arasında İbn Haldun ve Kâtib Çelebi sayılabilir.
İslam dünyasında çevrenin tarih ve toplum üzerindeki etkilerine vurgu yapan ve çevreyi başlı başına bir araştırma nesnesi haline getiren yazarlardan bir diğeri de meşhur tarihçi, coğrafyacı ve kitabiyât âlimi Kâtib Çelebi (öl. 1657)’dir. Bu ünlü Türk müellif, muhtemelen bu alana olan özel ilgisinin de etkisiyle, Keşfü’z-zunûn ‘an esâmi’l-kütüb ve’l-fünûn başlıklı önemli eserinde çevresel tarihle ilgili konular kategorisine dâhil edebileceğimiz aşağıdaki ilimleri ve bu ilimler kapsamında eser veren onlarca müellifi tarihe not düşmüştür:
- Belediyecilik İlmi
- Madenleri ve Suları Çıkarma İlmi
- Steplerde ve Çöllerde Yol Bulma İlmi
- Doğancılık İlmi
- Veterinerlik İlmi
- Coğrafya İlmi
- Cevherler İlmi
- Canlılar İlmi
- Tıp İlmi
- Doğa İlmi
- Çiftçilik İlmi
- Dünya İlmi
- Kadastro İlmi
- Ülkelerin Yolları İlmi
- Madenler İlmi
- Denizcilik İlmi
- Mevsimler İlmi
- Bitki İlmi
- Yağmurun Yağması İlmi
- Yiyeceklerin, İçeceklerin ve Macunların Pişirilmesi İlmi
Peki, günümüzde çevresel tarih alanında faaliyet gösteren tarihçiler hangi konuları ele almaktadırlar? Alanın önde gelen isimlerinden Amerikalı tarihçi Donald J. Hughes, çevresel tarih alanında var olan çalışmaları şu üç ana kategoride değerlendirir:
- Deprem, sel, fırtına, yanardağ patlaması gibi doğal hadiseler ile iklim, deniz seviyesinden yükseklik, dağlar, denizler, akarsular gibi çeşitli çevresel özelliklerin insanlık tarihinde oynadığı aktif/ muhtelif roller.
- İnsanların özellikle gıda, barınma ve ulaşım ihtiyaçlarını karşılamak için doğal çevre üzerinde meydana getirdiği değişiklikler ve bu değişikliklerin yol açtığı yeni hadiseler ve süreçler.
- İnsanoğlunun çevreye yönelik düşünceleri ve bu düşünceler neticesinde oluşan/perçinleşen siyasal ve toplumsal tavır ve eylemler.
Avrupalıların Amerika kıtasını istilâsı hayvanlar, bitkiler ve mikroorganizmalar üzerinde de önemli bir rol oynar.
Çevresel tarih alanına dâhil edebileceğimiz ve çalışmalarını bu üç kategorilerden biri ya da daha fazlası altında değerlendirebileceğimiz çok sayıda isim vardır. Lucien Febvre, Fernand Braudel, Marc Bloch, Jacques Le Goff ve Emmanuel Le Roy Ladurie gibi “Annales Ekolü”nün önde gelen tarihçilerini bu noktada yâd etmek gerekir. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Fransa’da başlayan bu yeni tarihçilik akımı diğer ülkelerde de kabul görmüş, başta ABD olmak üzere birçok ülkede araştırmacılar çalışmalarına çevreyi de hesaba katan sosyo-ekonomik bir boyut kazandırmaya başlamıştır. Türkiye’de Ömer Lütfü Barkan, Halil İnalcık ve Suraiya Faroqhi gibi isimler üzerinden yükselişe geçen bu akım, ABD’de 1960’lardaki çevreci hareketlerin de etkisiyle kaleme alınan yarı akademik yarı popüler kitaplar sayesinde yeni bir boyut kazanmış ve modern anlamda çevresel tarihçiliğin doğuşuna zemin hazırlamıştır. J. Donald Hughes, William McNeill, John R. McNeill, Alfred W. Crosby, Richard Grove, Samuel Hays, Joackim Radkau, Mart Stewart, Richard White, Donald Worster gibi isimler modern dönem çevresel tarihinin kurucu isimleri arasında yer alır.
Alfred W. Crosby’nin 1972 yılında kaleme aldığı Kolomb Değişimi: 1492’nin Biyolojik ve Kültürel Sonuçları başlıklı kitabı, Avrupalıların Amerika kıtası istilasının askeri, siyasi ve dini faaliyetlerden ibaret olmadığına; bu süreçte hayvanlar, bitkiler ve mikroorganizmaların da önemli bir rol oynadığına dikkat çeker. Amerika gibi geniş bir kıtanın nispeten kısa bir sürede ele geçirilmesinde Avrupalıların taşıdıkları mikropların etkili olduğunu öne süren yazar, eski dünyanın hastalıklarına karşı bağışıklığı olmayan yerlilerin oluşan salgınlar neticesinde büyük bir nüfus kaybı yaşadığını ve Avrupa kökenli bitkilerin Amerika topraklarında hızla yayılarak yerli bitkilerin yaşam alanlarını ele geçirdiğini belirtir. Yine modern tarihçilerden Clive Ponting’in popüler bir üslupla kaleme aldığı Dünyanın Yeşil Tarihi: Çevre ve Büyük Uygarlıkların Çöküşü başlıklı kitap da çevre problemlerinin tarihteki izini süren dikkat çekici bir çalışmadır. Paskalya Adası’ndaki ekosistemin bozulması ve sonrasında yaşanan olayları anlatarak kitaba ibretlik bir vaka sunumuyla başlayan Ponting, sınırlı doğal kaynakların aşırı ve dikkatsiz kullanımının yol açtığı felaketleri ve bu tutumun büyük uygarlıkların çöküşünü nasıl hızlandırdığını etkileyici bir tarzda okuyucuya aktarmıştır. Alman tarihçi Joachim Radkau’nun Doğa ve İktidar başlıklı kitabı, çevresel tarihin “küresel çevresel tarih” alt kategorisine dâhil edebileceğimiz önemli çalışmalardan biridir. Yazar kitabında avcı-toplayıcı toplumlardan modern dünyada çevre güvenliği meselesine kadar insanoğlunun çevre ile ilişkisini oldukça geniş bir yelpazede ele almış, siyasi ve iktisadi güç sahiplerinin ekolojik krizler karşısında takındıkları tavır ve tutumları incelemiştir.
Çevresel tarih alanına Türkiye’den de çeşitli katkılar yapılmaktadır. Ülke coğrafyamızı merkeze alan Türkçe ve diğer dillerdeki çevresel tarih araştırmalarının genel bir değerlendirmesi ve ileriye yönelik tavsiyeler için Selçuk Dursun ve Güven Arif Sargın’ın çalışmalarına müracaat edilebilir. Sam White, Alan Mikhail, Faisal Husain, Nükhet Varlık, Onur İnal, Özlem Sert, Zafer Karademir, Mehmet Kuru gibi genç nesilden tarihçilerin yayınları ve düzenledikleri akademik faaliyetler sayesinde Osmanlı-Türkiye odaklı çevresel tarih çalışmalarının sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu tarihçiler kurmuş oldukları bir ağ üzerinden çalışmalarını duyurmakta ve alan hakkında güncel bilgiler vermektedirler (https:// www.envhistturkey.com/).
Çevresel tarihe yönelik ilginin belki de en önemli sebebi çevreyle ilgili artan endişeler ve bu endişelerin kalıcı hale gelişidir. Gelişen teknolojinin yarattığı olanaklar doğal çevre üzerindeki insani faaliyetlere hız vermiş ve bu durum bizi bir ütopya yerine bir hayatta kalma mücadelesine doğru sürüklemiştir. Yer altı ve yer üstü kaynaklar üzerindeki insani baskıyı artıran ve sürekli hale getiren nüfus artışı tarihte benzeri görülmemiş bir seviyeye çıkmıştır. Çevreyi etkileyen kararları alma noktasında yerel yapılar ile ulusal ve uluslararası yapılar arasındaki çatışma çevresel tarihçilerin de dikkatini çeken yeni bir meseledir. Biyo-çeşitliliğe yönelik tehditler, artan enerji ve hammadde talebi gibi hayati konular ve elbette son yılların en önemli meselelerinden küresel ısınma ve iklim değişikliği, insanlığın karşısında halledilmesi güç bir meydan okuma olarak durmakta ve diğer başka meselelerle birleştiğinde insanoğlunun yaratıcılığını test etmektedir. Mevcut durumun oluşum ve gelişim süreçlerini anlamak, geçmişteki çevre problemlerini ve bunlara getirilen çözümleri ele almak çevresel krizler ve tehditlerin çözümüne esaslı bir bakış açısı getirecektir. Tarihsel bir derinlik ve analiz ortaya konmadan alınacak kararlar özel çıkarlara dayalı ve kısa vadeli tasarılar olacaktır. Çevre tarihçiliği, içinde yer aldığı disiplinin sınırlarını aşma cesareti gösteren, özgün ve faydalı eserler ortaya koymak isteyen araştırmacılara yeni fırsatlar sunarken tarihten sunduğu örneklerle bireyleri, toplumları ve karar alıcıları uyaran bir niteliğe sahiptir.
Gelişen teknolojinin yarattığı olanaklar doğal çevre üzerindeki insani faaliyetlere hız vermiş ve bu durum bizi bir ütopya yerine bir hayatta kalma mücadelesine doğru sürüklemiştir.