Söyleşi
Recai KUTAN
Prof. Dr. Yusuf TEKİN
Dr. Ömer Faruk YELKENCİ
SU GİBİ AZİZ
Su Nedir?
Biliyorsunuz ki, su iki hidrojen ve bir oksijenden oluşmaktadır. Kimyasal formülü H2 O dur. Hidrojen yanıcıdır, belki de yakın geleceğin en önemli yakıtı olacaktır. Oksijen ise yakıcıdır. Hal böyle iken biz, yanan şeyleri, yanıcı ve yakıcı elementlerden oluşan suyla söndürürüz. Su sıfır derecenin altında katı, yüz derecenin üstünde ise gaz halindedir.
Dünyada mevcut olan, bütün katı, sıvı ve gaz cisimler için geçerli olan bir fizik kanunu vardır. Isınan her cisim genişler ve yoğunluğu azalır. Soğuyan her cisim ise daralır ve yoğunluğu artar. Bu fizik kanunun tek istisnasını suda görüyoruz. Şöyle ki; suyun yoğunluğunun en fazla olduğu sıcaklık +4 derecedir. Suyun donmasıyla oluşan buzun yoğunluğunun, sudan daha fazla olması, fizik kanuna göre gerekirken, tersine buz sudan daha hafiftir.
Acaba bu farklılıkta ne hikmet var?
Şayet o fizik kanunu, su için de geçerli olsaydı, kış günü soğuk bir gecede bir göl bütünüyle donar, su içindeki mikro ve makro organizmalar, tamamıyla yok olurdu. Hâlbuki soğuma halinde, suyun en ağır olduğu +4 derece su, gölün tabanına iniyor, suyun donmasıyla oluşan buz da, sudan hafif olduğu için gölün yüzeyinde kalıyor.
Dünyada mevcut olan, bütün katı, sıvı ve gaz cisimler için geçerli olan bir fizik kanunu vardır.
Fizik kanunundaki bu istisna sebebiyle, sıfırın altındaki sıcaklıklarda, göller, akarsular bütünüyle donmamakta ve suda yaşayan canlıların yaşamalarını mümkün kılmaktadır.
Bu Cenabı Hakkın, Rahman sıfatının bir tecellisidir.
Suyun Önemi
Çok uzun yıllar, su kaynaklarının geliştirilmesi konusunda emek vermiş bir mühendis olarak, hayati önem taşıyan suyun canlıların hayatındaki önemi, canlılıktaki rolü malumunuzdur. Evet su, Yüce Mevla’nın en hayati önem taşıyan bir nimetidir. Kur’an-ı Kerim’de Enbiya Suresinde Allah, “ve her canlı şeyi, sudan yarattık” buyuruyor. Yine Kaf Suresinde, “ Ve gökten de bir mübarek, bereketli su indirdik.” buyrulmaktadır. Suyun dinimizdeki yeri de çok büyüktür. İbadeti yapabilmek için temiz olmak ve abdest almak gerekir. Bu ise ancak suyla olmaktadır. Önemi sebebiyle temizlikte kullanılacak su için, İslam Fıkhı, suyla ilgili birçok hüküm bildirmiştir.
Dünyanın %71’ini su teşkil etmektedir. Dünyadaki toplam su miktarı 1 milyar 400 milyon km3 tür. Bu suyun %97,5’i denizlerde ve okyanuslardaki tuzlu sulardan oluşmaktadır. Bu sulardaki tuz miktarı, 5 kilometrelik bir kalınlıkta bütün Avrupa Kıta’sını kaplayabilir. Geriye kalanın yalnızca %3’ü tatlı su kaynağıdır. Bunun da %2,24’ü buzullardadır. Yani şu anda, mevcut olan tatlı suyun sadece binde 76’sı çeşitli maksatlar için kullanılabilmektedir.
Dünyadaki toplam suyun yaklaşık yılda 500 bin km3 ü denizlerde ve toprak yüzeyinde meydana gelen buharlaşmalar ile atmosfere geri dönmekte ve hidrolojik çevrim içerisinde yağmur ve kar olarak tekrar yeryüzüne düşmektedir.
Dünya yüzeyine yağışla düşen su miktarı yaklaşık olarak 100 bin km3 olup, 40 bin km3 ü akışa geçerek nehirler vasıtasıyla denizlere ve göllere ulaşmaktadır. Bu miktarın 9 bin km3 ise teknik ve ekonomik olarak kullanılabilir durumdadır (9 Trilyon m3 ). Tabiatta bulunan canlıların yapısında büyük bir kısmını su meydana getirmektedir. Yetişkin bir insanda vücut ağırlığının ortalama olarak %77 si sudur. Bir insan hiçbir şey yemeden uzun süre yaşayabildiği halde, su içmeden ancak birkaç gün yaşayabilir. Su cenabı Hakk’ın en büyük nimetidir.
Su nimetine nasıl şükredildiğini, bir değerli şairimizin şu sözlerinde buluyoruz.
Fizik kanunundaki bu istisna sebebiyle sudaki canlıların yaşamaları mümkün olmaktadır. Bu Allah’ın rahmetidir.
M. Recai Kutan ile yapılan söyleşiden kısa bir video kesit.
“Su içen kuşu, her yudumda gagasını göklere kaldırarak Allah’a şükreder gördüm”
Suyun Çevrimi (Devir daimi)
Bir de şu suyun hidrolojik çevrim dediğimiz devir daimindeki ihtişama bakınız. Yağmur, kar, dolu vs. şeklinde meydana gelen yağışlar, derelerde, çaylarda, ırmaklarda akışa geçiyor veya yeraltı suyuna dönüşüyor. İnsanoğlu bu su nimetini çeşitli maksatlarla kullanırken, maalesef hoyratça kirletiyor. Bu kirletilmiş sudan, buharlaşma yoluyla havaya karışan su, meteorolojik şartlar gerçekleşince, pırıl pırıl, tertemiz, adeta saf su olarak yeryüzüne dönüyor. Böyle bir ilahi nizam olmasaydı, insanoğlu, içecek su bile bulamayacaktı.
Biz mühendisler, arazinin en alçak yerleri olan vadi tabanlarında akan çay ve ırmakların sularını kontrol etmek, depolamak için, barajlar inşa ederiz. Arkasından da birkaç yüz milyon m3 su depolarız. Meteorolojik şartlar itibariyle, en bol yağış, yüksek dağların tepelerine kar yağışı şeklinde oluyor. Böylece arzın en yüksek yerlerinde, Allah’ın lütfuyla, barajsız, milyarlarca m3 su, kar şeklinde depolanmış oluyor. Kar yavaş yavaş eriyor ve ovadaki şehirlere, tarlalara su sağlıyor.
Su ile insan hayatı arasında, şaşırtıcı benzerlikler vardır.
Su ile İnsanın Benzerliği
Uzun yıllar, su kaynaklarının, etüt, planlama ve proje çalışmalarını yaparken, bu projeleri inşa ederken, su ile insan hayatı arasında, şaşırtıcı benzerlikler olduğunu tespit ettim.
Bu durumu, büyük şair ve fikir adamı Necip Fazıl’da “Sakarya Türküsü” şiirindeki şu mısralarla işaret ediyordu:
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve f ikir; Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.
İzninizle bu konuda bazı örnekleri, sizlere sunmak istiyorum:
- Dağlardan, tepelerden inen vahşi dereler, bir yandan çevreyi tahrip ederken, diğer yandan da, taş, çakıl, kum ve silt gibi rüsubatı taşırlar. Bu dereler, kendi yatağında inşa edilmiş olan bir barajın gölüne ulaşınca, önce kaba taşlar, sonra da sırasıyla, çakıl, kum ve silt, göl tabanına çöker. Boz bulanık sular, pırıl pırıl bir su haline geliverir. İnsan da bir mürşidi kâmilin oluşturduğu manevi ortam içerisinde, nefis terbiyesi sonucu, önce büyük günahlardan, sonra küçük günahlardan arınır ve insanı kâmil olur.
- Kirletilmiş atık su, buharlaşma ile, tuzlardan ve mikroplardan arınıyor. İnsan da ancak manevi eğitimlerle, kötülüklerden ve kötü huylardan arınabilir.
- Yeraltı suyunun seviyesi pompayla yapılan aşırı çekim sonucunda düşer ve denize yakın olan yeraltı suyunda tuzlanma başlar. İnsanoğlunda da, aşırı hırs, kıskançlık ve israf ve benzeri huylar seviye düşürür, daha da kötü huylara kapı aralar
- Su, içine girdiği her kabın şeklini alır. Ama özelliğinden hiçbir şey kaybetmez. Öyle insanlar vardır ki, her kaba, her kalıba girerler. Hem o kabın şeklini alırlar, ama sahip oldukları değerleri de kaybederler.
- Kar tanelerinden 5300 adet fotoğraf çekilmiş. Bu resimlerde, aynı büyüklük ve şekilde, birbirine benzer tek bir kar tanesi bile bulunamamış. Milyarlarca insan arasında da, parmak izleri birbirinin aynı olan bir tek örnek bile bulmak mümkün değildir.
Su Hakkı ve Küresel Felaket
Dünya nüfusunun halen üçte biri yeterli ve sağlıklı su kaynaklarına sahip değildir. Kullanılabilir suyun dengeli dağıldığını söylemek de mümkün değildir. Her geçen yıl su tüketiminin artması sebebiyle, problem daha da büyümektedir. Nitekim dünyada 1940 yılında su tüketimi 1000 km3 iken, 1960 yılında 2000 km3 ’e, 1990 yılında 4130 km3 ’e, 2000 li yılların başında da yaklaşık 5000 km3 ulaşmıştır.
Dünyada toplam su tüketiminin %73’ü sulamada kullanılmaktadır. 1990 yılı itibariyle sulanan tarım alanları toplamı, 240 milyon hektar iken, bu miktar 2010 yılında yaklaşık olarak 280 milyon hektara ulaşmış idi.
Hızlı nüfus artışı neticesinde, hızlı şehirleşme ve sanayileşme sebebiyle, bazı ülkelerde, içme, kullanma ve sanayi suyuna olan talep katlanarak artmaktadır. Hal böyle iken, hayatın kaynağı olan su konusunda, insanoğlunun vurdumduymazlığı kendisini, adım adım felakete sürüklemektedir.
Bunun en önde görünen sebebi, Batılıların tabiata bakışındaki çarpıklıktır. Batı medeniyeti mensupları “ben tabiatın sahibiyim, onu istediğim gibi tahrip edebilirim” anlayışındadırlar. Ama bizim medeniyet anlayışımızın kabulü ise şöyledir; “biz tabiatın sahibi değil emanetçisiyiz. Onu en iyi şekilde gelecek nesillere devretmek sorumluluğu altındayız.” Bundan 10 bin yıl önce gezegenimizin yarısını, geniş ve büyük ormanlar kaplıyordu. Bu ormanların yaklaşık üçte biri yok edildi. Sadece 20. yüzyılda, yağmur ormanlarının yüzde 50’si Batılılar tarafından hoyratça tahrip edildi. Buna ilaveten Batıdaki yerleşim yerlerinden ve sanayi tesislerinden atmosfere bol miktarda CO2 salındı. Şu anda bile, büyük çoğunluğu Batı’dan olmak üzere atmosferdeki 750 milyar tonluk CO2 stokuna her yıl. 3 milyar ton CO2 eklenmektedir. Bu gazlar dünyaya sera etkisi yapmakta, küresel ısınmaya, buzulların erimesine, su seviyelerinin yükselmesine yol açmaktadır. Küresel ısınma sonunda, kuzey kutbundaki buzdağlarının eriyeceği, deniz seviyelerinin, 5,5 metre seviyesinde yükselebileceği ifade edilmektedir. Bu yüzden dünya çapında, 200 milyon kişi mülteci durumuna düşecektir.
Sıcaklıkların değişmesiyle, okyanuslardaki akıntıların düzeni bozulacak, dev tayfunlar ve kasırgalar, şiddetli yağışlar sebebiyle büyük felaketler yaşanabilecektir.
Birleşmiş Milletlerin Haziran 2006 da yayınlamış olduğu raporda, önümüzdeki 50 yıl içerisinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkede, aşırı kuraklıkla karşı karşıya kalınacağına dikkat çekildi. Diğer bir milletlerarası araştırma kuruluşu raporunda da, “2025 yılına kadar, Dünya’nın üçte birinin su kıtlığından etkileneceği, 20 yıldan az bir sürede, Afrika’da yeterli ve temiz su bulamayan insan sayısının 600 milyona ulaşabileceği” belirtilmektedir.
Su Meselesi
- Maalesef böylesine bir felakete gidişin karşısında, ciddi bir duyarlılığa ve tedbire de rastlanmamaktadır. Bu felaketlerin önlenebilmesi için çok acele, ciddi tedbirlerin alınması gerekmektedir.
- Öncelikle, dünyada sera etkisi yapan CO2 emisyonunu azaltmak için, enerji üretiminde ve taşımacılıkta yeni yöntemlere, yeni yakıt cinslerine yönlenmelidir. Mesela yandığında sadece su üreten hidrojen en uygun yakıt cinsi olabilir.
- Ormanların yok olması önlenirken, dünyanın daha da yeşillendirilmesi için özel gayret gösterilmelidir.
Su kaynaklarının dünyada dağılımına bakarak, ülkeleri su kıtlığı olan ve olmayan şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Su kıtlığı çeken bölgelerin başında Afrika gelirken, onu da bazı Ortadoğu ülkeleri takip etmektedir. Su bakımından fakir olan ülkeler kendilerine oranla su zengini saydıkları ülkelerin su kaynaklarına göz dikmektedirler. Sınır aşan nehirlerle ilgili ülkeler arasında da, su kullanımı konusunda büyük ihtilaflar doğmaktadır. Bu sebeple sık sık “su savaşları” senaryoları üretilmektedir. Büyük ölçüde iktisadi bir konu olarak ele alınması icap eden suyu, İsrail, Amerika ve AB ülkeleri, özellikle Ortadoğu bölgesindeki ülkeler arasında, yeni ihtilaf ve çatışmaların çıkması için bir araç olarak kullanmak istemektedirler. Bugüne kadar, ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin Ortadoğu’ya olan ilgileri petrol ağırlıklıydı. İkinci Dünya Savaşı döneminde, İngiltere’de Başbakan olan Mr. Churchill’in “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir.” sözü Batılıların petrole bakış açılarını çok açık bir şekilde göstermektedir.
Sıcaklıkların değişmesiyle, okyanuslardaki akıntıların düzeni bozulacak, dev tayfunlar ve kasırgalar, şiddetli yağışlar sebebiyle büyük felaketler yaşanabilecektir.
Bugün ise su, Ortadoğu’da petrol kadar Batılıların gündemindedir. ABD yönetimine hizmet veren bir “Stratejik Araştırma Merkezi”nin yayınında, şu görüşler ifade edilmektedir.” Ortadoğu’daki jeopolitik ilgilerimiz, bugüne kadar petrol ağırlıklıydı. Şimdi su da, bölgede en önemli bir politik silah haline gelmektedir. Batılıların Körfez petrollerine olan bağımlılığı sürekli bir şekilde artmakla beraber, emniyetle iddia edebiliriz ki, bu asrın sonuna kadar, bu bölgenin politik durumunu su şekillendirecektir.
Ortadoğu’ya hayat veren beş su kaynağı vardır. Bunlar Mısır ve diğer komşu Kuzey Afrika devletleri olan Etopya, Sudan, Kenya, Uganda, Tanzanya, Burundi, Raunda ve Zaire tarafından kullanılan Nil Nehrinin suları; İsrail, Ürdün ve Filistin tarafından kullanılan Şeria Nehrinin suları; Türkiye, Irak ve Suriye tarafından kullanılan Fırat ve Dicle Nehirlerin suları. Türkiye su kaynakları bakımından dünyanın en problemli bölgelerinin birinde yer almaktadır. Ülkemiz de sınır aşan sular sebebiyle, komşularıyla ciddi problemler yaşamaktadır. Zira Asi, Fırat ve Dicle Nehirlerinin kullanımı Türkiye ile Irak ve Suriye arasında anlaşmazlığa yol açmaktadır. “Ortadoğu’daki su kaynaklarının geliştirilmesi, Amerika için en kritik dış politika konusudur.” İsrail’den Simon Perez’in Kasım 1993 te yayınlanan bir röportajında şunlar söylenmişti. “Türkiye’nin zengin su kaynaklarına sahip oluşu, bizim için büyük önem taşımaktadır. Türkiye, bölgedeki su sorununun çözümünde anahtar bir ülke olabilir. Su, insanlığın ortak malıdır.” Dünyada 30 dan fazla ülke halen kullandıkları suyun üçte birinden fazlasını başka ülkelerden gelen nehirlerden elde etmektedirler. Bu durum gelecek için ciddi ihtilaflara sebebiyet verebilir. Bu yüzden, gelecek için su savaşları senaryoları üretilmektedir.
AB Komisyonunun Ekim 2004 tarihli ilerleme raporunda da şunlar açıklanmıştı, “Su, önümüzdeki yıllarda giderek en stratejik bir konu olacaktır. Türkiye’nin üyeliği ile, Fırat ve Dicle nehirlerinin sularıyla, bu havzadaki barajlar ve sulama sistemlerinin milletlerarası bir kuruluşun yönetimine bırakılması, İsrail ve komşularının da su bölüşümünde yer alması AB için önemli bir konu olacaktır.” Netice olarak, Ortadoğu bölgelerinin, su kaynakları bakımından zengin olmaması ve su kaynaklarının bazı ülkelerin elinde toplanması Ortadoğu’da bir su meselesini gündeme getirmiştir.
Kurak periyotlarda bu miktar daha da düşmektedir. Tatlı suyun önemi, her geçen yıl biraz daha fazla anlaşılmaktadır. Dünyada herkes gelecek için su ihtiyacını emniyet altına alma çabasındadır. Dolayısıyla suyu olanlar, mevcut bu imkânlarını, en hasis bir şekilde muhafaza etmektedirler.
Türkiye’nin su fakiri olduğunun en açık delili şudur. Fırat’ıyla, Dicle’siyle, Kızılırmak, Yeşilırmak’ıyla, Seyhan’ı, Ceyhan’ıyla, Büyüğü, küçüğü Menderesiyle ve diğer irili ufaklı su kaynaklarıyla toplam ortalama yıllık su potansiyeli 186 milyar m3 tür. Buna mukabil sadece Tuna Nehrinin ortalama su potansiyeli 206 milyar m3 , Nil Nehrinin ortalama su potansiyeli 161 milyar m3 tür.
Biz kısıtlı olan su imkânlarımızı nasıl kullanmalı nasıl muhafaza etmeliyiz?
Ortadoğu daki sınır aşan sularla ilgili konuyu noktalarken, hayati önem taşıdığına inandığım şu temennilerimi de özellikle ifade etmek istiyorum.
- Bu önemli konu, ABD, İsrail, AB ülkeleri devreye sokulmadan, sadece Türkiye, Suriye ve Irak tarafından ele alınmalı ve sonuçlandırılmalıdır.
- Konu daha da karmaşık hale gelmeden, en kısa zamanda gündeme alınmalı, abartılı rakamlar, talepler ortaya koyulmadan, güvenilir teknik bilgiler, realist ölçüler, “nasfet ve adalet” ölçüleri içerisinde kronik hale gelmiş olan bu sorun çözülmelidir.
Su, ülkemizde sulama, içme ve kullanma, endüstri ve hidroelektrik enerji üretimi maksadıyla kullanılmaktadır. Son yıllarda, hiçbir çevre sorunu çıkarmayan yeni bir enerji kaynağı hidrojenle ilgili çalışmalara büyük ağırlık verilmiştir. 1996–97 Erbakan Hükümeti döneminde “Birleşmiş Milletler Hidrojen Enerjisi Teknolojileri Araştırma Merkezi”nin Türkiye’de kurulması için ciddi teşebbüslerde bulunulmuş ve olumlu netice alınmıştır. Hidrojen en kolaylıkla suyun elektrolizinden elde edilebilir. Bunun içinde ucuz elektrik enerjisine ihtiyaç vardır. Eğer yakın bir gelecekte, güneş pili yoluyla ucuz elektrik üretimi gerçekleştirilebilir ise, “Dünya Güneş Kuşağı”nda bulunan Türkiye bundan büyük avantajlar elde edecektir.
Bugün ise su, Ortadoğu’da petrol kadar Batılıların gündemindedir. ABD yönetimine hizmet veren bir “Stratejik Araştırma Merkezi”nin yayınında, şu görüşler ifade edilmektedir.” Ortadoğu’daki jeopolitik ilgilerimiz, bugüne kadar petrol ağırlıklıydı. Şimdi su da, bölgede en önemli bir politik silah haline gelmektedir. Batılıların Körfez petrollerine olan bağımlılığı sürekli bir şekilde artmakla beraber, emniyetle iddia edebiliriz ki, bu asrın sonuna kadar, bu bölgenin politik durumunu su şekillendirecektir.
Ortadoğu’ya hayat veren beş su kaynağı vardır. Bunlar Mısır ve diğer komşu Kuzey Afrika devletleri olan Etopya, Sudan, Kenya, Uganda, Tanzanya, Burundi, Raunda ve Zaire tarafından kullanılan Nil Nehrinin suları; İsrail, Ürdün ve Filistin tarafından kullanılan Şeria Nehrinin suları; Türkiye, Irak ve Suriye tarafından kullanılan Fırat ve Dicle Nehirlerin suları. Türkiye su kaynakları bakımından dünyanın en problemli bölgelerinin birinde yer almaktadır. Ülkemiz de sınır aşan sular sebebiyle, komşularıyla ciddi problemler yaşamaktadır. Zira Asi, Fırat ve Dicle Nehirlerinin kullanımı Türkiye ile Irak ve Suriye arasında anlaşmazlığa yol açmaktadır. “Ortadoğu’daki su kaynaklarının geliştirilmesi, Amerika için en kritik dış politika konusudur.” İsrail’den Simon Perez’in Kasım 1993 te yayınlanan bir röportajında şunlar söylenmişti. “Türkiye’nin zengin su kaynaklarına sahip oluşu, bizim için büyük önem taşımaktadır. Türkiye, bölgedeki su sorununun çözümünde anahtar bir ülke olabilir. Su, insanlığın ortak malıdır.” Dünyada 30 dan fazla ülke halen kullandıkları suyun üçte birinden fazlasını başka ülkelerden gelen nehirlerden elde etmektedirler. Bu durum gelecek için ciddi ihtilaflara sebebiyet verebilir. Bu yüzden, gelecek için su savaşları senaryoları üretilmektedir.
AB Komisyonunun Ekim 2004 tarihli ilerleme raporunda da şunlar açıklanmıştı, “Su, önümüzdeki yıllarda giderek en stratejik bir konu olacaktır. Türkiye’nin üyeliği ile, Fırat ve Dicle nehirlerinin sularıyla, bu havzadaki barajlar ve sulama sistemlerinin milletlerarası bir kuruluşun yönetimine bırakılması, İsrail ve komşularının da su bölüşümünde yer alması AB için önemli bir konu olacaktır.” Netice olarak, Ortadoğu bölgelerinin, su kaynakları bakımından zengin olmaması ve su kaynaklarının bazı ülkelerin elinde toplanması Ortadoğu’da bir su meselesini gündeme getirmiştir.
Tatlı suyun önemi, her geçen yıl biraz daha fazla anlaşılmaktadır.
Mehmet Recai KUTAN
ESAM Genel Başkanı
Mehmet Recai Kutan, 1930 yılında Malatya’da doğmuştur. Babası, ilkokul öğretmeni İsmail Kutan, annesi Malatya’nın tanınan Miroğlu ailesinden Hatice Hanım’dır.
İlk, orta ve lise öğrenimini Malatya’da tamamlamıştır. 1947’de Malatya Lisesinden mezun olduktan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesine girmiş ve buradan 1952’de mezun olmuştur. Üniversite yıllarında güreş, musiki, yayıncılık gibi alanlarda çalışma yapmanın yanı sıra talebe birliklerinde birçok görev yapmıştır.
İş hayatına atılmasından sonra 1954’te Mebrure Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten İsmail, Abdülaziz Murat ve Ahmet isimli üç çocuğu olmuştur. Evliliğinden yaklaşık beş ay sonra da İstanbul Kâğıthane’deki İstihkâm Yedek Subay Okuluna askerlik görevi için katılmış, 1955’te askeri eğitiminin ardından Adapazarı Süvari Tümeni İstihkâm Birliğine dâhil olarak askerliğini tamamlamıştır.
Projesi] çalışmalarının ortaya çıkışında mihmandarlık yapmıştır. Yine bu dönemde bölgenin birçok projelerle kalkınmasını sağlamak sureti ile yeraltı/yerüstü su kaynaklarının değerlendirilmesi ve özelliklede barajlar konusunda ihtisaslaşmıştır.
Mühendislik çalışmalarının yanı sıra eğitim ve kültür çalışmalarını da yakından takip etmiş, bir dönem Diyarbakır Ziya Gökalp ve İmam Hatip liselerinde gönüllü olarak İngilizce ve Matematik öğretmenliği, daha sonra Ankara’ya yerleştiğinde ise Yükseliş Mühendislik Okulunda mühendislik dersleri vererek üniversitede hocalık yapmıştır. DSİ’deki en kıdemli görevini 1966’da DSİ Genel Müdür Muavini olarak gerçekleştirmiş ve 17 yıllık bir tecrübeden sonra DSİ’den ayrılmıştır.
1969’da TÜMAŞ’ın [Türk Mühendislik Müşavirlik A.Ş.] Genel Müdürlüğüne getirilen Kutan, aktif siyaset hayatına 1974-1980 yılları arasında MSP Genel Başkan Yardımcılığı göreviyle girmiştir. 16., 20. ve 21. dönem Malatya milletvekili olarak TBMM’de siyasi çalışmalara katılmış ve 1977 Seçimleri’nden sonra kurulan II. MC Koalisyon Hükümeti’nde İmar ve İskân Bakanı olarak görev almıştır. 12 Eylül 1980 Askeri İhtilali’nden sonra da diğer MSP yöneticileriyle beraber Kirazlıdere Tutukevinde10,5 ay hapis yatmıştır.
19 Temmuz 1983’te kurulan Refah Partisinde Genel Başkan Yardımcılığı ve Malatya Milletvekilliği yapmıştır. 1996-1997 yılları arasında 54. Erbakan Hükümeti’nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev almış ve D-8’in [Developing 8] kuruluş aşamasında Prof. Dr. Necmettin Erbakan ile yoğun mesai harcamıştır.
Refah Partisinin kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisinin Genel Başkanlığını ve Fazilet Partisinin kapatılmasından sonra kurulan Saadet Partisinin Kurucu Genel Başkanlığını uzun yıllar sürdürmüştür. Bütün bu süreçler çerçevesinde nezaketi ve hoşgörüsü ile kamuoyunun “Ağabey” olarak kabul ve takdir ettiği bir siyaset tarzı ortaya koymuştur.
Mehmet Recai Kutan halen Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu [YİK] Üyesi ve Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi [ESAM] Genel Başkanı olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
TÜRKİYE’NİN MUHTEŞEM SU PROJESİ
Bendeniz, DSİ (Devlet Su İşleri) teşkilat kanununun çıkmasından sonra Türkiye’de kurulmuş olan 10 adet DSİ bölgesinden 9. su olan Elazığ Bölgesine 1952 yılında intisap ettirildim. Orada Allah rahmet eylesin, değerli kardeşimiz Korkut Özal ile beraber o teşkilatı kurduk. Bildiğiniz gibi DSİ’nin sorumluluğu su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesi, sulamalar, barajlar, hidroelektrik santraller, taşkın kontrolü ve köy içme suları. On tane bölge bu hizmetleri görüyor idi. Biz 1957 yılına kadar Korkut Özal kardeşimle Malatya Şubesi’nde çalıştık ve çok önemli bazı projeleri geliştirdik. Tahmin ediyorum ki bu çalışmalar Genel Müdürlüğün dikkatini çekmiş olmalı ki 1957 Ağustos ayında Korkut Özal’ı Elazığ Bölge Müdürü, beni de Diyarbakır’a 10. Bölge Müdürü olarak tayin ettiler.
“Dünya Güneş Kuşağı”nda bulunan Türkiye bu konumunu avantaja çevirmelidir.
DSİ Diyarbakır bölgesi sınırları dahilinde Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Bitlis, Muş, Van ve Hakkari illeri var idi. Yani hudut boyunca Güneydoğu ve kısmen de Doğu Anadolu’nun illeri burada. 1957 Eylül ayı başında karayolu ile Diyarbakır’a gittim. Ondan evvel Diyarbakır’ı görmemiş idim. Stabilize olan fevkalade tehlikeli bir yolla Malatya’dan Diyarbakır’a ancak 7 saatte ulaşabildim. Diyarbakır’da DSİ’nin kendine ait hiçbir tesisi yok idi. Lise Caddesi diye bilinen meşhur bir caddesine iki katlı bir bina var, bunun üst katında mal sahibi oturuyor, alt katında 140 metrekarelik alanda da DSİ 10. Bölge Müdürlüğü kira ile oturuyor. Ben yorgun olduğum için otele gittim. Ertesi sabah bölgeden bazı arkadaşlar geldiler ve beni bölgeye götürdüler. Biraz evvel arz ettiğim gibi 140 metrekarelik bir bölge ofisi. Bölgede 12 eleman çalışıyor. Hakikaten beni çok şaşırttı. Çünkü Malatya şube idi ve Malatya Şubesinde çalışan personel bölgede çalışan personelin neredeyse beş katıydı. 12 personel arasında teknik eleman olarak sadece 2 tane Fen memuru var idi. Ancak bu bölgede benden iki yıl sonra mezun olmuş olan ve yaz stajlarını da Malatya’da benimle beraber yapmış olan Teknik Üniversite’den Yüksek Mühendis Abdurrahman Ünsal kardeşimizin orda olduğunu biliyordum. Sordum. Efendim şu anda askere gitme kararı aldı, dolayısıyla ayrılmak üzere ev eşyalarını topluyor, biraz sonra gelecek dediler. Geldi kucaklaştık. Dedi ki efendim böylesi varlığı ile yokluğu bir olan bir bölge, yapabileceğim hiçbir şey yok. Ne ilgi var ne imkan var, onun için bir an evvel askere gideyim dedim. Kendisine, dur arkadaş askere gidemezsin dedim! İnşallah el birliğiyle biz çalışacağız ve Diyarbakır Devlet Su İşleri’ni Türkiye’nin en büyük bölgesi haline getireceğiz. Peki, dedi ve gitmekten vazgeçti.
Bölgenin Şartları
Sonraki birkaç içinde Abdurrahman Ünsal’dan o bölge hakkında bilgiler almaya başladım. Kendisi Adıyamanlıdır ve Güneydoğu Anadolu’yu da iyi bilenlerden birisi. Dedi ki hiçbir imkanımız yok. İki binek araba var, hiçbir inşaat makinamız yok, işte gördüğünüz gibi personelimiz de yok. Diyarbakır halkı DSİ bölgesi diye bir bölgeyi tanımıyor. Abdurrahman Ünsal hakikaten çok dindar, bazı Müslüman gruplar bir DSİ teşkilatı olduğunu biliyor. Onun dışında sadece Van ve Nusaybin’de teşkilatımızın olduğunu ifade etti. Van’da personel sayısı 20. Dedim ki getirin şu personel listesini. Şube Başmühendisi bir harita mühendisi, teknik eleman olarak iki Fen memuru var. Bir baktım ki listede 8 adet “kenkan” var. Hayırdır inşallah nedir bu kenkan dedim, dediler ki efendim bunlar ‘kehriz’ işçileri. Kehriz nedir diye sordum. Dediler ki efendim özellikle İran’da uygulanmakta olan bir yöntem, meyilli alüvyonlu bir arazide kuyular açılıyor, derinlik yer altı su tablasına kadar. Ondan sonra alttan bir galeri ile bir bakıyorsunuz ki saniyede 20 litre su çıkıyor. Buna kehriz diyorlar. Van’da da o zaman epey kehriz vardı ancak bir koruma olmadığı için zaman zaman düşüyor. İşte bu kenkanlar da köstebek gibi girip oraları temizliyorlar.
Nusaybin’de Çağçağ sulama inşaatı yeni başlamış idi. Orada da iki Fen memurumuz var. Üç tane sürveyan, altı adet de şoför, daktilo ve yardımcı personel var. Müteahhit firma, şu anda Türkiye’nin en büyük firmalarından birisi Doğuş firması. Patronu rahmetli Ayhan Şahenk idi. O zamanki orta büyüklükteki inşaat firması bunu yapıyor idi. Abdurrahman Ünsal şu bilgileri de verdi. Bölgede ulaşım fevkalade zor şartlarda. Bir metre asfalt yol yok. Diyelim ki Van’a gideceksiniz, kazara önünüze bir kamyon düştü mü yandınız, sollama imkanı yok, stabilize olduğu için Tatvan’a vardığımızda aynen un değirmeninden çıkmış gibi bembeyaz oluyoruz. İmkan olursa doğru Van Gölü’ne. Velhasıl Van’a da karayolu ile ancak 8-9 saatte gidiyoruz.
Köylerin içme suyu imkânları içler acısı durumdaydı.
Diyarbakır’a uçak seferleri haftada dört gün. Bu uçaklar zaman zaman Diyarbakır’dan Van’a da gidiyor. Ancak o zaman uçaklar BC-3 uçağı diye küçük uçaklar. Bunların özelliği kabin basıncı kontrol edilemiyor. Onun için bu uçaklar 3 bin metreden yukarıya gidemiyor. Dolayısıyla 3 bin metrede de meteorolojik olaylar çok aktif. Sallana sallana gidiyorsunuz. Uçak havalanmadan evvel hostes hanımlar önce pamuk dağıtıyorlar, kulağınıza tıkayasınız diye. Bir de nane şekeri dağıtıyorlar, rahatlayasınız diye. Telefon haberleşmesi için de şartlar pek nâmüsait. Normal, acele ve çok acele var. Çok acele dediğiniz şehirler arası bazen iki günde ulaşabiliyorsunuz. Bütün bu zor şartlar altında bir yandan da bir bakıyorsunuz ki Türkiye’nin en muhteşem nehirleri, ovaları burada. Ekonomi tamamen tarıma dayalı, kuru ziraatla arpa ve buğday çıkarıyorlar. Ancak bazı yıllarda, hem de sık sık kuraklık oluyor. Dolayısıyla ürün alınamıyor. Bunun dışında en ciddi problemlerden bir tanesi halk arasında kımıl denilen teknik dilde süne denilen bir hayvancık, kurt. Bunlar yığın halinde bir geldiler mi buğday tarlalarını bitiriyorlar. Bir de o dönemde o bölgede en önemli tehlikelerden birisi çekirge idi. Öylesine yoğun çekirge uçuşları oluyordu ki güneşi göremiyordunuz. Adeta bulut gibi. Onlar da gelip bütün ürünleri yiyorlardı.
Köylerin içme suyu imkânları içler acısı durumda. Yani hakikaten insan utanıyor oradaki su ile ilgili şartları görünce. O arada da Abdurrahman Ünsal anlatıyor, verimli çalışma yapabilmek için çalışma ofisimiz yok, harita yok. 1/200000 ölçekli askeriye zamanından hazırlanmış yan yana iki pafta koyuyorsunuz, bir çay geliyor diğer tarafa devam etmiyor. Yani kullanma imkanı yok. Su ölçümleri için akım rasat istasyonları vaktiyle ana yatakta var, önemli kolların hiçbirinde su ölçümü de yok. Teknik elemanımız yok. Bu arada mühendisler, jeologlar, yardımcı teknik personel hiçbiri yok. Netice olarak çok zor şartlarla karşı karşıya idik. Yani ilk gittiğimiz zaman karşılaştığım zorluğu tarif için böylesine detaylı anlatıyorum. Dolayısıyla önümde iki seçenek vardı. Beni Bölge’ye tayin ettiklerinde o dönemin Genel Müdür Muavinlerinden biri bana dedi ki Recai orada yapabileceğin fazla bir şey yok, onun için büyük bir teşkilat kurma gayretinde olma. Önce bölgeni bir tanı, o arada da ufak tefek bazı hizmetleri de gör, zaten biz seni iki yıl sonra Ankara’ya almayı planladık. Seçeneklerden birisi buydu. İkinci seçenek Türkiye’nin en ihmal edilmiş, en yoksul ve mağdur bölgesi, Cenabı Hak büyük imkanlar lütfetmiş, elbette buranın insanına, hayvanına, kurduna kuşuna hizmet etmek mecburiyeti var. Bu manevi sorumluluk duygusu içerisinde ben ikinci seçeneği seçtim. Şartlar ne kadar zor olursa olsun Cenabı Hakk’ın ihlâsla çalışanlara yardım vaadi var, inşallah bize yardım gelecek diye inandık ve muvaffak olduk çok şükür.
Vali Beyle Tanışmamız ve Halkla İlk Karşılaşmamız
Şunu belirteyim -tebessümle- Bölge Müdürü olduğumda 27 yaşındaydım. O zaman 60 kg ağırlığında, zayıf, umumiyetle üniversite öğrencisi görüyor idiler. Benim Bölge Müdürü olduğumu gören herkes şaşırıyordu. O arada bazı kimselerin de şöyle düşündüğünü hissediyordum. Yahu bu genç adamın öyle güçlü bir dayısı var ki genç yaşında bölge müdürü yapmışlar. Birkaç gün sonra Diyarbakır Valisini ziyarete gittim. Kendimi Diyarbakır DSİ Bölge Müdürü diye taktim edince adam şaşırdı. Ne! Sen Bölge Müdürü müsün? dedi. Yahu ben saçı aklaşmış birini bekliyordum. Masasından kalktı, yanıma geldi ve beni muhabbetle kucakladı. Bir saatlik bir görüşmemiz olduktan sonra ayrılırken bana dedi ki bir öğrenci görünümünde olmana rağmen konuşmaların 40-50 yaşındaki bir adam gibi. Valilik makamından ayrıldığımda ezan okunuyordu. Cami sordum. Dediler ki efendim surların içerisinde buranın en önemli cami olan Cami-i Kebir var. Gidip öğlen namazı orda kılayım dedim ve gittim. Baktım daha namaz başlamamış. Tabi daha öncesinde valiye gittiğim için takım elbise ve kravatlıyım. Bütün cemaatin gözü benim üstümde, bir yaz günü. Namazdan sonra geldiler yanıma. Dediler ki efendim kabul edersen caminin önünde bir çay bahçesi var, alçak kürsülerde sana çay ikram edelim. Hay hay dedim ve gittim. Hemen merakla sordular. Hayırdır, Diyarbakır’a inşallah bir hayır işi için gelmişsindir. Ne kadar kalacaksın burada? İnşallah hep sizinle beraber olacağız dedim. Yoksa sen buraya mı tayin edildin. Evet, ben buraya DSİ Bölge Müdürü olarak tayin edildim deyince şaşırdılar ancak sevindiler de. Demek namaz kılanlardan da artık Bölge Müdürü yapmaya başlamışlar dedi birisi.
Elverişsiz Su İmkânları ve Bölgenin Toptan Kalkınması
Biz zaman içerisinde şartları daha da iyi görünce kolları sıvamamız lazım diye düşünüyorduk. Zira sadece Fırat ve Dicle sularıyla ovaları sulamak, hidroelektrik enerji üretmek, taşkın kontrolünü yapmak; içme suyu temin etmek görevimiz değil. Biz bu bölgenin toptan kalkınması için, halkın refahını sağlamak, herkesin iş ve aş sahibi olmasını temin etmek mecburiyetindeyiz dedik. İlk olarak Abdurrahman Bey ile şuanda mevcut olan teşkilatlarımızdan Van’a, ardından da Nusaybin’e gittik. Sonra da bölgedeki diğer illerin Valilerini ziyaret ettik ve oradaki halkla da temasta bulunduk. Oturduk, yapacağımız işler için bir plan ve program hazırladık. Önce teşkilatlanmalıydık. Öncelikle teknik kadroyu oluşturmak gerekiyordu. Teknik kadromuzun olmamasını bir yönüyle de biz avantaj olarak kabul ettik. Neden? Çünkü bu teşkilatı biz kuracaktık. Dolayısıyla tayin edeceğimiz insanları tek tek bizim ölçülerimize uygun olarak seçerek alacaktık. Nitekim öyle bir teşkilat çıktı ki çevrede düşmanlık gösterdiler. Önce bölgeden şartlarımıza uygun bazı teknik personeli kadromuza dahil ettik. Ama asıl benim gözüm komşu Elazığ bölgesinde çalışan değerli kardeşim Fehim Adak Bey’de idi. Biliyorsunuz Fehim Adak Bey Mardinlidir. Önce Bölge Müdürü Korkut Özal’ı ikna ettim. Allah razı olsun Fehim Bey kardeşimiz de kabul etti. Geldi Diyarbakır’da Bölge Müdür Muavini olarak göreve başladı. Çalışmalara başlarken önceliğimiz insanlar için en önemli ihtiyaç olan köylerde içme suyu idi. O halde önce ağırlığımız köy içme sularına vereceğiz. Ancak bir durum tespiti yapmamız lazım. O halde ciddi problemleri olan köy içme suları bakımından Urfa, Diyarbakır, Mardin ve Siirt illeri. Bunların köy içme sularına öncelik vereceğiz. Peki, problemleri nasıl tespit edeceğiz? Önce mevcut olan arkadaşlarımız arasında illeri taksim ettik. Emin olun bütün köyleri tek tek dolaşıp durum tespiti yaptık. Valilik’ten deniyor ki falanca köylerde durum fevkalade kötü diye. Hakikaten bu çalışma sonunda ortaya çıkan manzara çok acı ve utanç vericiydi. Köylerin çoğunda yerüstü suyu yok. Kuyu da yok. Ne yapmışlar? Çukur bir yerin önünü toprak bir set ile kapamışlar, yağmur yağıyor, yağan yağmur akıp orayı dolduruyor. Bölge umumiyetle küçük baş hayvan besler. Dolayısıyla toprak yüzünde çok sayıda koyun gübresi var. Onlar da beraber oraya gidiyor. Köylerde yürekler acısı durum. Bir köylü hanım testiyi almış, üzerine bir bez bağlamış. Maşrapa ile testisine su dolduruyor ama o küçük gölet dediğimiz su birikintisinin diğer tarafında bir hayvancağız da aynı yerden su içiyor. Hatırlıyorum öyle bir köye gittiğimizde bize bir su getirdiler. Baktım, biraz ağzımı ıslattım, dökecek gibi oldum. Kadın bana haram haram dedi. Su o kadar önemliydi.
Biz bu köy ziyaretlerinde su numunelerini aldık. O zaman bir makinam vardı, slayt çekme imkanımız vardı. Bu manzaraların hepsinin slaytını çektim. Bu ciddi problemin en başta Genel Müdürlüğümüzü haberdar etmemiz ve kamuoyuna mal etmemiz lazımdı. Dolayısıyla Köy İçme Suları Fecaati adlı bir seri konferans vermeye başladım. Tabi o su numuneleri içerisinde kurtçuklar geziyor. Mardin’in en büyük ilçelerinden birisi Midyat ilçesi. Ne yer üstü suyu var ne yer altı suyu var. Her evin altında meşhur olan Midyat kalkeri kazılarak orada bir hacim meydana getirilmiş. Çatıya düşen su oraya gidiyor. Bir bakıyorsunuz ki Ağustos’tan sonra o sarnıcın içerisinde kurtçuklar dolaşmaya başlıyor. Bölge Müdürleri toplantısında bu konferansı yeniledim. Bölge Müdürleri o kadar etkilendiler ki yaptığımız bu taktimden dediler ki biz size her türlü desteği vereceğiz. Bu bölge müdürlerinden bir kısmının bize yardımı özellikle sondaj makinasına ihtiyacımız vardı, bir den baktık ki üç tane sondaj makinamız oldu. Yetişmiş sondör (sondajcı) de vereceğiz dediler.
Millet-i İbrahim ve Bölge İnsanı
Bu yaptığımız çalışmalarda bir yönüyle de hem bölgeyi hem bölge halkını yakından tanıma imkanı oldu. Bir kere şunu açıkça ifade edeyim ki, bu gölgede halk Türkiye’nin en dindar halkı idi. Hala da inşallah öyledir. Çünkü o dönemde medreseler gizli de olsa çalışıyor idiler. Şu hatıramı arz edeyim. Bir genç mühendis ile beraber Mardin’in Derik ilçesinin bir köyüne gittik. Orada beyaz elbiseli, başında puşi, genç bir delikanlı geldi. Bu gençle biz vaktiyle Urfa’ya gitmişiz. Orada bir bakmış ki Urfa merkezinde Türkçe konuşuyorlar, Harran’da Kürtçe, Akçakale’de de Arapça konuşuyorlar. Bundan hareketle boş bulundu ve adama sordu. Arkadaş sen hangi millettensin? Ben Millet-i İbrahim’denim dedi. Aldın mı dersini dedim. Vallahi müdür bey anlamadım, ne demek Millet-i İbrahim? Bu arkadaş diyor ki benim için Türklük, Kürtlük, Araplık önemli değil, ben elhamdülillah Müslümanım. O gence sordum? Dedi ki efendim bizim burada bir mele var, mele dedikleri molla. Elhamdülillah bunları bize öğretiyor.
Onun dışında yine çok enteresan müşahedelerimiz oldu. Bir köye gittik, bir kuyu var. Kaç metre derinlikte dedik. 48 metre dediler. Durun bakalım, 48 metre! Elle mi kazdınız? Evet, elle kazdık! Gazetelerde sürekli yazıyor; 5-6 metrelik kuyunun içine giriyor, karbon monoksit orada birikiyor ve adam boğuluyor. Nasıl oldu? Efendim, biz bir demirci körüğü aldık, boru saldık ve devamlı demirci körüğü ile içeriye hava bastık. Derken çıkrığı çalıştırdılar, kovanın dibinden yarısı çamurlu bir su çıktı. Peki, bu 48 metreyi nasıl ölçtünüz? Basit bir metotla. Bu kuyudan suyu çekebilmek için köy kızları ipi omuzluyor, ileriye doğru gidiyor ve derken kova açığa çıkıyor. İşte biz bu giden gelen izi ölçüyoruz, o iz kuyunun derinliğidir dediler.
Şeyh Fakirullah Hazretlerinin Manevî Huzurunda Tillo’ya Su Gelişi
Sizlere benim için fevkalade önemli gördüğüm bir hatıramı daha arz edeyim. 1959’da bakanımız rahmetli Tevfik İleri idi. O bizim bölgeye geldi. Urfa, Mardin, Diyarbakır’a, sonra Siirt’e gittik. Benim talebelik döneminde rahmetli Tevfik İleri ile çok yakın ilişkimiz vardı. Dedi ki Recai, buraya gelmişken herhalde Tillo’ya da gitmemiz lazım. Gayet tabi gideceğiz dedik ve gittik. Tillolular yola aşağı kadar halı döşemişler. Büyük bir dut ağacının altında oturduk. Rahmetli çok güzel konuşurdu. Güzel bir konuşma yaptı. Ne istiyorsunuz dedi. Su dediler. Eğildi bana Recai söz vereyim mi dedi. Vallahi su nereden bulunur bilmem ama herhalde Şeyh Fakirullah Hz. huzurunda söz vermeyip başka nerede vereceğiz, söz verin dedik. Dedi ki tamam size su getireceğiz dedi. Kıyamet koptu. Bizi aldı bir düşünce, suyu nerede bulacağız? Allah razı olsun bu işlerden sorumlu kardeşimiz Abdurrahman Ünsal’dı. Oralar umumiyetle toprağı biraz kazdığında jipsli seriler çıkıyor. Dolayısıyla kuyu sularının hepsi acı. Dediler ki efendim buradan 12-15 km ötede zor ulaşılan derin tehlikeli bir vadide taş yığınları arasından su çıkıyor, dereye karışıyor. O da bir yerde kullanılmadan Botan’a gidiyor. Abdurrahman Ünsal ile birlikte gittik orayı gördük. Sonra bir proje hazırladık, ihale ettik. Bir daha Tillo’ya ilk suyu Elhamdülillah biz getirmiş olduk.
En önemli projelerden bir tanesi Fehim Adak Bey kardeşimizle Mardin Derik’te bir yer altı deresini tespit ettik. Büyük bir çöküntü var, onun dibinden 1 l/s bir su çıkıyor kalker çatlaklarından. Biraz akıp kayboluyor. Dediler ki efendim bizim dedelerimiz derdi ki işte buradan bir yarıktan içeriye girince içeride bir dere var. Karstik jeoloji de umumiyetle buna emsaller ifade ediliyor. Oraya gittik. Sağanak yağışlar yağdığında derinliği 30-40 metre olan çöküntü üstüne kadar doluyor. Dolayısıyla suyun 4 atmosfer basıncı var, o basınçla çatlaklardan girmiş doldurmuş. Kayalar temizlendi, Fehim Adak Bey ile biz sürüne sürüne gittik, bir müddet sonra bir baktık ki pırıl pırıl bir su akıyor. Bir tahmine göre 500, bir tahmine göre 600 l/s. Elimizde altimetre, bir baktık ki su ovadan yüksekte. Ondan sonra hemen bir tünelle bu suyu dışarıya alalım dedik. Ancak programlarda falan yok. Bu söylediğim 60 yılından, ihtilalden sonra oluyor. Fehim Bey ile düşündük, bunu programa nasıl aldıralım dedik. Bu sudan Derik, Kızıltepe, Mazıdağ ve Viranşehir köyleri istifade edecek. O halde bunların kaymakamlarını dolaşalım, köylüyü ve muhtarları organize etsin ve milli birlikçilere telgraf çeksinler. Öldük bittik bize su getirin diye. Onlar da eminiz ki bizim Genel Müdürü bir güzel fırçalarlar niye bunlara yardım etmiyorsunuz diye. Hepsi peki dedi yalnız bir kaymakam aynen şunu söyledi. Arkadaş bana ne teklif ediyorsun; şu ayağı çarıklılar var ya, ihtilalden önce geliyorlardı ellerini masama vuruyorlardı, sen bize hizmet için gönderildin diyorlardı. Var mı şimdi onlardan bir tanesi. Enayi miyim ben, muhtarı çağırıp telgraf çekin diyeceğim. Ne diyecek? Biz merkezi hükümette iade-i itibar ettik. O hayır dedi. Organize ettik, telgraflar gitti. Aradan 10-15 gün geçti, Genel Müdür beni aradı. Yahu Recai burada kıyametler kopuyor. Neden? Efendim programda yok. Yahu programın lafı mı olur! Hemen bize yetki verdiler. Allah razı olsun Fehim Bey kardeşimizden.
Biz şunu düşünüyor idik. İleride bu büyük ovaların büyük projelerini yapacağız. Ancak hangi problemlerle karşılaşacağız, bunu kestirmek mümkün değil. Onun için önceden o bölgede küçük ölçekli bazı projeleri gerçekleştirelim ve oradan aldığımız tecrübeleri büyük ovalara tatbik edelim diye. Bu arada bir sürü göletler inşa ettik, fevkalade faydalı oldu.
Fırat ve Dicle Nehirleri Planlama Amirliği
Şimdi yeni bir hamlemize sıra geldi, onun arz edeyim. 1962 yılı başlarında Fırat ve Dicle Nehirleri Planlama Amirliğini kurduk. Bu büronun âmiri değerli kardeşim Fehim Adak Bey oldu. Fırat ve Dicle nehirlerinin havza ölçeğinde planlamasının yapılması gerekiyor idi. Ancak Fırat ve Dicle havzasında mevcut olan illerin sadece bir kısmı bizim bölgede idi. Bunun dışında Erzurum, Elazığ, Adana bölgelerinin bazı illeri bizim bölge sınırlarının dışında. Bunların hepsinin beraber bütünlük içinde havza ölçeğinde planlama yapılması lazım. Onun üzerine Genel Müdürlük bize yetki verdi. Dediler ki bu illerin planlamasını da siz yapacaksınız. Bizim bölgedeki 8 ile ilaveten Elazığ, Tunceli, Malatya, Adıyaman, Erzincan, Erzurum, Ağrı, Bingöl ve Gaziantep illerinin de Cenabı Hak lütfetti, planlamasını Fehim Adak Bey kardeşimizin başkanlığında gerçekleştirdik. 5-6 sene içerisinde gitmediğimiz su kaynağı, toprak kaynağı kalmadı. Harita üzerinde tespit edilen muhtemel baraj yerine katılabilirsem ben, aksi halde Fehim Bey’in başkanlığında, yardımcısı olan bir inşaat mühendisi, bir jeolog, yardımcı teknik personel gidip dolaşılıyor. Bu dönemde bir tek anarşi ve terör olayı olmadı. Şimdi en problemli yer neresi? Tunceli. Tunceli’nin 2 tane önemli su kaynağı var: Munzur Çayı, Peri suyu. Vadi boyunca yol yok. Yaya veya katırla gideceksin. Akşam oldu, ne yapacaksınız? Otel motel nerede. İlk rastladığınız köye gidiyorsunuz.
Köy alevi köyü. Sizi ağırlıyorlar, yedirip içiriyorlar ve hep örnek veririm bazı köylerde de sabah ayrılırken elinize yolda yersiniz diye bir çıkı tutuşturuyorlar. Oturup düşünmek lazım böyle bir durumdan sonra ne oldu da buralar anarşi ve teröre teslim edildi.
Mühendis İhtiyacı ve İTÜ
Muhterem kardeşlerim, bu bahsettiğim çalışmaları yapacağız da mühendisi nereden bulacağız? O zaman mühendis yetiştiren 3 kaynak vardı. İTÜ, Yıldız Teknik Okulu ve Robert Koleji. Başka da yok. O sıralar yatırımlar iyice hızlanmış, özel sektörde ve kamuda sürekli yeni mezunlara aman gel bizimle çalış diyor. Biz o zaman özel bir metot uygulayalım dedik. İnşaat Fakültesi Dekanı Kazım Çeçen hocamıza telefon ettim. Beni İstanbul’a teknik üniversiteye bir konferansa çağırın, gelip orada Fırat, Dicle nedir anlatayım diye. Ondan sonra davet ettiler. O zaman Gümüşsuyu Kampüsü var. Konferans salonu tıklım tıklım dolu. Öğretim görevlileri ve özellikle son sınıf öğrencileri. Her halde 2 saat süren bir takdim oldu. Çok etkilendiklerini hissettim. Konuşmanın sonunda dekan son sınıf öğrencilerini bitişikteki amfiye çağırdı ağabeyiniz sizinle konuşacak diye. Dedik ki haydi arkadaşlar, gelin el birliğiyle Türkiye’nin en büyük projesini gerçekleştirelim. Birisi dedi ki efendim İstanbul nere Diyarbakır nere? Oraya gideceğiz, perişan oluruz. Nerede yatarız, nerede yer nerede içeriz? Arkadaş yatacağın yer hazır, yemekhaneniz hazır, çamaşırlarınız yıkanacak. Pek giyme imkanınız olmayacak ama elbiseleriniz de ütülenecek. Peki ne maaş alacağız? 40 Lira yevmiye, 20 Lira mahrumiyet zammı, 20 Lira da arazi şantiye zammı. Bir hesap etti 80 Lira yevmiye! O zaman mühendisler işçi statüsünde çalışıyor idi. Bir hesapladılar ki memurların aldığı maaşın neredeyse iki mislinden fazla. Nitekim sonraları oraya gelip bizimle çalışan arkadaşlar, bana hep anlattılar, efendim biz orada kazandıklarımızla ev aldık ve evlendik, o dönemden sonra hiçbir şey yapamadık.
Kesin rakamını hatırlayamıyorum, herhalde 15-20 civarında inşaat, makine, elektrik mühendisi, jeologlar ki jeologlardan bir tanesi aziz kardeşim Yaşar Göçmen’dir. Bizimle uzun süre birlikte çok faydalı hizmetler yapan bir kardeşimiz. Bizim teknik eleman olarak inşaat, makine, elektrik, jeoloji ve bunlara ilaveten çok sayıda ziraat mühendisine ihtiyacımız vardı. Çünkü önce ovaların toprak tasnifini yapacaktık. Bölgede bir toprak ve su laboratuvarı kurduk ve 20 civarında ziraat mühendisinden bir grup arazi tasnif çalışması yapıyor diğer bir grup da zirai ekonomi çalışması yapıyor idi. Fevkalade gayretli bir çalışma içerisinde oldular.
Fırat Planlama’nın Başöğretmeni
Arz ettiğim üzere, böylece biz çalışmalara başladık. Fırat Planlama Amirliği’nin özel bir binası vardı. Aşağı yukarı 60 kişinin rahatlıkla çalışacağı zemin katta bir ofis, onun üstünde de misafirhane var. Gelen gençler orada kalıyor ve bütün hizmetleri görülüyor. Gelen arkadaşların hiçbirinin planlama hakkında fikirleri yok. Ama Allah razı olsun Fehim Bey kardeşimiz iş başında eğitti bu arkadaşları. Belki Fehim Bey duymamıştır ama gençlerin kendi aralarında Fehim Bey’in adı başöğretmen imiş.
Bizim teknik eleman olarak inşaat, makine, elektrik, jeoloji ve ilaveten çok sayıda ziraat mühendisine ihtiyacımız vardı.
Ben her sabah bölgeye gitmeden Fırat Planlama Amirliği’ne gidiyordum. Fehim Bey Fırat ve Dicle nehirlerinin kollarını bu genç arkadaşlar arasında taksim etti. Her sabah Fehim Bey ile beraber tek tek her genci dolaşıyor idik. Ne duruma geldi senin çalışmalar diye. Bu arada havza kalkınma çalışmalarının en önemli örneklerinden birisi Amerika’da Tennessee Vadisi otoritesi diye bir proje. Amerika’nın meşhur 1930 ekonomik krizi döneminde başkan Roosevelt bu otoriteyi kurdurmuş. Aslında liberal ekonomiye pek de uygun değil. Bu çalışmalar 1963’te nihayete ermiş. Demişler ki büyük tecrübe kazandık. Bunu dünya mühendisliğine açıklayalım. Ve davetler geldi üst seviyeden katılımlar olsun diye. Dolayısıyla Tennessee Üniversitesi’nde 3 aylık bir çalışma yapıldı. Orası bizim için fevkalade faydalı oldu. Bir defa yapacağımız tesislerin ölçeği bakımından faydalı. Diyelim ki bizim o dönemde DSİ olarak yaptığımız kanalların en büyüğü 30-40 metreküp saniye su akıtıyor. Şimdi, Urfa civarında yapılan da Fırat nehri gibi su akıyor. O ölçeği biz tahayyül bile edemiyorduk ama orada gördük. Orada yaptığımız çalışmaları bütün teşkilatımıza aktardık, bir kitap haline getirdim. O zaman rahmetli Erbakan hocamız Odalar Birliği’nde idi. Bu kitabımı Odalar Birliği olarak rahmetli Hocamız bastırmış oldu.
Bizim yaptığımız çalışmalar yavaş yavaş ilgi uyandırmaya başladı. En başta Genel Müdür. Yahu bir şeyler yapıyorsunuz, bize bir sürü sorular soruyorlar cevap veremiyoruz. Ben geleyim de 3-4 gün içerisinde beni çalışmalarınızla ilgili bilgilendirin. Yalnız biz Fehim Bey ile karar verdik, açıklamayı biz değil genç mühendisler yapacaklar. Öyle de oldu. Fevkalade memnun olarak ayrıldı. O zaman İsmet Paşa Başbakan. İnönü Hükümeti ve bölgenin milletvekilleri ve senatörleri bu çalışmalar için bir brifing istediler. Fehim Adak Bey kardeşimizle Ankara’ya gittik. Bir salon hazırlanmış. Haritalarımızı vs. astık. Geldiler. Orada bir takdim yaptık. Çok etkilendiler. Bakanlar sırasıyla geldiler, tebrik ettiler. Biz döndükten 15 gün sonra özel kalem müdürümüz efendim diyanetten bir müfettiş geldi sizi görmek istiyor dedi. Buyursun gelsin dedim. Efendim izin verirseniz sizi arkadaşlarım adına kucaklayıp öpeceğim dedi. Efendim siz bir brifinge gitmişsiniz. O gün öğleden sonra Diyanet’te bizim bakanımız ile üst seviyede bir toplantı yapılacaktı. O brifing sebebiyle 1 saat gecikerek geldi ve özür diledi geç kaldığı için. Dedi ki bakın beyler fevkalade güzel bir brifing vardı. Bir bakan dedi ki o kadar sempati gösterme, takdim yapan adam militan bir nurcudur dedi. Beyler o kadar üzüldüm ki bu kadar iyi yetişmiş bir mühendis nasıl böyle nurcu oluyor diye. Toplantı bitti. O zaman Diyanet İşleri Başkanı da onlara yakın bir adam. Bakan ayrıldı. Bizim en yaşlı mensubumuz dedi ki arkadaşlar kalkmayın. Bu genç adamlara dua edelim. Elhamdülillah bizim saflarımızdan da kendisinden vazgeçilemeyen adamlar yetişmeye başladı. Benim buraya geleceğimi duyunca git, o genç adamları gör, onları kucaklayıp bizim adımıza öp.
GAP’ın Sahibi
Şimdi de şu soruyu cevaplamaya çalışalım. GAP’ın sahibi kim? Biz bu çalışmaları yapmaya başladık, elhamdülillah adım adım planlama ortaya çıkmaya başladı. Ürgüplü Hükümeti’nde ve Demirel Hükümeti’nde Enerji Bakanı olan Mehmet Turgut, Teknik Üniversite’den (İTÜ) yakın arkadaşım. Bir kitap yazmış idi ve kitapta soruyordu. Bazı çevreler GAP’ı Demirel’e mal ediyor. Turgut Özal da Keban’dan başlayarak diğer barajların hepsinin altında benim imzam var diyor ve kendine mal ediyor. Bu proje çok eski tarihlerden itibaren başlamış, yüzlerce belki binlerce adamın alın teri neticesinde ortaya çıkmış. Bunlara haksızlık etmeye kimsenin hakkı yoktur. Dolayısıyla bir kısmı demek ki Demirel’e mal ediyor, bir kısmı da Turgut Özal’a mal ediyor. Şöyle bir hatıramı nakledeyim. 12 Eylül İhtilâli’nden sonra, 1983’te biliyorsunuz yeni partiler kurulmaya başladı. Turgut Sunalp diye birisi darbeciler tarafından, Ordu’nun yetiştirdiği en parlak orgeneral diye taktim ediliyor. Bir Parti kurdu. Bir arkadaşımızın bürosundayken o da geldi. O zaman Turgut Özal da ANAP’ı kurmuş. Başladı Turgut Özal’ın aleyhinde konuşmaya. Dedi ki “efendim şu Turgut Özal ne ölçüsüz adam, bütün bu barajların altında benim imzam var diyor. Ama Kenan Paşa iyi dersini verdi. Haddini bil, bu milletin malıdır vs.” Bana döndü dedi ki “bak beyefendi, bu projelerin altında kimin imzası var biliyor musun?” Bilmiyorum paşam dedim. “1963’te bir NATO tatbikatı vardı. Bu NATO tatbikatına Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay ile iştirak ettim” diyerek anlattığı olay aslında şuydu: Bu arada bir gün Cevdet Sunay kuvvet komutanları ile beraber bizim bölgeyi ziyaret ettiler. Niçin? Urfa’yı görmüşler, sonra Mardin ve sonra da Diyarbakır’a gelmişler. O zaman Diyarbakır’da da sonradan İstanbul Valisi olan Namık Kemal Şentürk var. Demişler ki yahu bu kadar büyük imkânlar var, fukaralık diz boyu. Ne olacak? Efendim burada DSİ’nin bir acayip bürosu var demiş. Çepeçevre resim masaları, ortaya branda bezi sermişler, göbeğinin üstüne uzanan genç teknisyenler -tebessümle- 4-5 harita paftasını ortaya koymuş çalışıyorlar. Gidelim oraya. Derken geldiler Fırat Planlama’ya. Fehim Bey’in de katkılarıyla ben onlara bir takdim yaptım. Çok etkilendiler. O zaman Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel idi. İzin aldı komutandan, geldi beni kucakladı ve tebrik etti. İşte Turgut Sunalp o zaman genç bir generalmiş.
Aramızdan kendisinden vazgeçilemeyen adamlar yetişmeye başladı.
NATO tatbikatına Cevdet Sunay ile gittik, gencecik bir adam bize bir taktim yaptı hayran kaldık diyor Turgut Sunalp. Ben GAP sözcüğünü ilk defa o genç adamdan duydum diyor. Bana sorarsanız GAP’ın sahibi bize o takdimi yapan genç adamla onun genç kadrosudur dedi. Ardından da Allah selamet versin acaba o genç adam şimdi nerededir dedi. Bizim arkadaş, efendim Recai Bey eski DSİ ekibindendir, bilir dedi. Turgut Paşa, siz bu zatı tanıyor musunuz diye sordu. Tanıyorum paşam dedim. Nerede şimdi dedi. Burada paşam dedim. Anlamadım dedi. Efendim o takdimi yapan bendim dedim. Şaşırmış bir şekilde ama o çok gençti diye cevap verdi. O da GAP’ı bize mal etti. Yazdığı bir kitapta aynen şöyle diyor. GAP kendilerini milletlerinin saadetine adamış, aşk ve heyecanla gayret göstermiş, değişik nesillerden yüzlerce insanın gayreti, azmi ve alın terlerinin ürünüdür. Evet, bizim de elbette çorbada tuzumuz var ama bizim yaptığımız onlardan farklı.
Keban’ın Hikâyesi
Elazığ’dan Arapgir’e giden yol Keban Barajı’nın şuanda olduğu yerde betonarme bir kemer köprüden geçiyor idi. Oradan geçenler mühendis olmasa bile bakıyor arka tarafta geniş bir havza gelip daralıyor ama kayalık; herkes diyor ki buradan ne güzel bir baraj olur. Aslında bu baraj yeri, daralan vadi, 30-40 km gidiyor ileriye. Yani alternatif baraj yerleri incelenmemiş. Burası iyidir diye sondaj yapmaya başlamışlar. Keban Barajı ilk 1952 yılında Enerji Kongresi’nde gündeme gelmiş. Menderes Hükümeti bu projeye sıcak bakıyor. CHP’liler hangi imkânla yapacaksınız diye karşı çıkıyorlar. Biliyorsunuz vaktiyle zam köprüsü dediler Boğaz Köprüsü’ne karşı çıktılar. Derken 60 darbesi oldu. Sonrasında meclis seçimi yapıldı. 62 yılında mecliste az önce arkadaşım diye bahsettiğim Mehmet Turgut, Elazığ milletvekili Nurettin Ardıçoğlu, Gaziantep milletvekili o da mühendis Mithat San ve İçel milletvekili eski DSİ Bölge Müdürlerinden bir komisyon kuruldu. Bir rapor hazırlıyorlar ve diyorlar ki enerji bakımından Keban bir an evvel ele alınmalıdır. Bir önerge veriyorlar ve diyorlar ki hükümet çıksın Keban ile biz ilgiliyiz, ele alacağız açıklamasını yapsın. Bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Ekrem Alican kürsüye çıkıp diyor ki evet, hükümetimiz Keban ile ilgilidir, hazırlanmakta olan 5 yıllık plana dahil edildi, bu senenin bütçesine de 5 milyon liralık tahsilat koyduk. Verdikleri para da bu kadar. O sırada Turgut Özal Elektrik İşleri Enstitüsü Genel Müdür Muavini idi. Derken hükümet gitti, Turgut Özal da siyasilerle rahat kulis yapanlardan biri. Onları ikna etti. Avantajlı bir teşkilat kanunları vardı. Dedi ki Keban Barajı projesini EİE (Elektrik İşleri Enstitüsü) olarak biz hazırlayalım. Peki, dedi hükümet. Bunun üzerine Amerika’dan bir firmayla anlaştılar. Biz itiraz ettik. Onların yapmasına değil. Çünkü hemen başlıyorlar, durun bakalım. Keban Barajı ne yükseklikte olacak? Siz meseleye enerji açısından bakıyorsunuz. Halbuki aşağıda muazzam bir ova var. Bunların su ihtiyacı da belirlenmeden Keban Barajı’nın yüksekliğini tespit edemezsiniz. Hayır dediler gittiler. Harıl harıl projeyi yapmaya başladılar. Duydum ki Keban Barajı su potu 830 potunda projeyi yapmaya başlamışlar. Onun üzerine Fehim Bey ile oturduk konuştuk. Dedik ki arkadaş sen sulama-mulamayı bir yana bırak, enerji için bile doğru olmaz bu. Sen adamlarına talimat ver 830’dan itibaren barajı 5’er metre yükselt ve her 5 metre yükselişte fayda masraf oranını belirle. Bunu bir grafik haline getir bak bakalım en yüksek nokta nedir. Bir baktık ki en uygun su potu 855. Onun üzerine Fehim Bey New York’a Ebasto? Ofisine gitti. Orada bir sürü kavgalar oldu ve Ebasto’nun teknisyenleri de Fehim Bey’e hak verdiler. Tabi onlar biz projeyi yarıladık, yeniden mi yapacağız deseler de doğrusu bu! Hani Türkiye’de pazarlık için bir metot vardır ya arkadaş bu kaç lira 20, sen kaç dedin, 10. Sonunda 15’e karar verirler. Dolayısıyla 855 pot yerine 845 pota çıkarıldı. Rahmetli Özal ile yağışlı bir sene baraj bittikten sonra baktık ki dolu savaktan su atılıyor. Yahu Recai ne kadar haklıymışsın, keşke senin dediğini yapmış olsaydık bu sular boşa gitmeseydi dedi.
GAP değişik nesillerden adanmış yüzlerce insanın gayreti, azmi ve alın terlerinin ürünüdür.
Haktan Yana
Keban Barajı inşaatını ben yönetiyordum. 1966 sonunda beni Ankara’ya tayin ettiler. Orada aşırı solcu bir sendika var idi. Eli sopalı adamlar yabancı müteahhittin adamlarını şantiyeden dışarı çıkarıyorlar, bir sürü eylem yapıyorlar. Bunun üzerine hükümet karar verdi. MİT’den üst seviyede birisi, Emniyet Genel Müdürlüğü istihbaratından üst seviyede birisi bir de Enerji Bakanlığı’nı temsilen biri o da beni seçtiler, üçümüz tedbir almaya gittik. Özellikle istihbaratçılar bazı tedbirler aldılar. Akşamları da oturup sohbet ediyoruz. Hani derler ya üç Türk bir araya geldiğinde önce Türkiye’yi idare ederler, sonra dünyayı idare ederler diye -gülümseyerek-. Bir gün MİT sorumlusu, Sayın Kutan ben günlerdir senin konuşmalarını dikkatle dinliyorum, yalnız senin zihniyetinin ne olduğunu bir türlü kestiremedim. Sen sağcı mısın, solcu musun dedi. Ben ne sağcıyım ne solcuyum dedim. Siz sağcılık solculuk dışında başka bir zihniyet olabileceğini düşünmüyorsunuz herhalde dedim. Evet, bak bir tarafta Demirel var sağcı, Ecevit var solcu dedi. Biz onlardan değiliz dedim. Peki, siz nesiniz? Size şunu söyleyeyim. Ecevit bir gün Demirel’e sordu, arkadaş söyle bakalım emekten yana mısın sermayeden yana mısın? Dolayısıyla Ecevit diyor ki ben emekten yanayım sen de sermayeden yanasın. Bir gazeteci geldi bana sordu. Siz emekten yana mısınız, sermayeden yana mı? Ben de dedim ki biz ne emekten ne de sermayeden yanayız, biz haktan yanayız. Emek haklı olduğu yerde emekten, sermaye haklı olduğu yerde sermayeden yanayız. O zaman bizim Milli Görüş henüz yok. Dedim ki bizim dedelerimizin hiçbiri ne sağcıydı ne solcuydu. Ama asırlardan süzülerek gelen bir zihniyetleri var idi. O büyük medeniyetleri o zihniyetlerle kurdular.
Emek haklı olduğu yerde emekten, sermaye haklı olduğu yerde sermayeden yanayız.
Keban’ın temeli 12 Haziran 1966’da atıldı ve 1974’te de işletmeye açıldı. Biz Keban’ı planladıktan sonra Karakaya, Atatürk Barajı, Birecik, Karkamış Barajlarını da elhamdülillah planladık. 1938 yılından itibaren idealist insanların yaptığı çalışmalar neticesinde 22 baraj, 19 hidroelektrik santral, 1 milyon 788 bin hektar sulama, 7 bin 400 Mega Watt kurulu gücü ve 27 milyar KW saat elektrik üretimi olan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) ortaya çıktı.
İftira ve Engellemelere Rağmen Çalışmaya Devam
Sizlere arz etmeye çalıştığım üzere, Cenabı Hak lütfetti, neredeyse sıfırdan başlayarak bir bölge kurduk. Biraz evvel hangi zor şartlarla bu işe başladığımızı özellikle anlattım. Seçtiğimiz kardeşlerimizle uyumlu bir yapı ortaya çıktı ancak 1960 darbesinden sonra CHP milletvekilleri ve senatörleri, sol eğilimli çevreler bize düşmanca yaklaştılar. Genel Müdüre ısrarla diyorlardı ki beni ve diğer arkadaşları hedef alıp bunları bizim bölgemizden alın. Genel Müdür soruyor, hizmet mi yapmıyorlar? Yok efendim, kulağımızı sağır ediyorlar, şu proje bu proje diye. Ondan bir şikâyetimiz yok. Peki, ne istiyorsunuz? Urfa senatörü diyor ki efendim bu adam militan bir nurcudur, sadece bizim Urfa’da neredeyse 40-50 tane bağlısı, müridi vardır diyor. Bunu anlatan emekli bir harita albayı vardı, Adıyaman haritalarını yapan, o yanındayken anlatmış. Son olarak demiş ki o nurcuysa ben de nurcuyum! Bu sefer vekil o kadar çok seviyorsan yanına Genel Müdür Muavini al demiş. O da demiş ki Genel Müdür Muavinliğinden öteye de kabiliyeti var ancak Güneydoğu’nun bu arkadaşlara ihtiyacı var demiş. Nasıl olduysa o zaman bizi almadılar yani.
Bir de özellikle bizim arkadaşlarımızın hepsi bu mühendislik çalışmalarının yanı sıra bu bölgede ve Diyarbakır’da sosyal ve kültürel faaliyetlerin tam içindeydiler. Biz işçi statüsünde çalıştığımız için memurlar için olan sınırlamalar bizim için geçerli değildi. Bize fazla ücret ödemek için işçi statüsünde çalıştırdılar. Dolayısıyla her türlü sosyal faaliyeti rahatlıkla yapabiliyor idik. Her türlü hayır çalışmalarını mutlaka bize getiriyor idiler. Özellikle Fehim Adak Bey kardeşimize. Bir yere cami mi yapılacak? Nereye gideceksin? DSİ’ye gideceğim. Sıkıntısı olan halkın ilk müracaat yeri de bizler oluyorduk. Bize düşmanlığın bir tipik örneğini vereyim. İsmet Paşa Hükümetinde Vefik Pirinçcioğlu diye bir devlet bakanı var idi. Biz bu adamdan istifade etmek istiyorduk ki Ankara’da bizim projelere sahip çıksın diye. Bir gün ziyaretime geldi. Konuşması sırasında Recai Bey sana bir soru soracağım dedi. Dün CHP Diyarbakır il binasındaydım. İl başkanımız dedi ki bakın Sayın Bakanım, siz buranın eşrafındansınız, ailenizin birkaç bin dönüm arazisi var. Bundan evvel de milletvekiliydiniz. Ancak bilesiniz ki şuanda DSİ’nin başında Malatyalı olan bir bölge müdürü Diyarbakır merkezinde ve ilçelerinde sizden daha popüler. Recai Bey sahi bu nasıl oluyor dedi. Dedim ki efendim sizin il başkanınız bir şey daha söylemiştir. Ne söylemiş olabilir? Demiştir ki bunlar halkın dini hislerini istismar ediyorlar. Vallahi öyle de dedi dedi. Demim ki bakın Sayın Bakanım, bu bölgeler yıllar yılı memurlar için sürgün yeri oldu. Biz buraya bir müstemleke subayı zihniyeti ile gelmedik. Allah rızası için hizmet için biz buradayız. Millet de bakıyor, bu adamlar bizden. Bütün muhabbetlerinin sebebi elbette ki budur.
Bölge Halkına ve Ülkeye İhanete Karşı Millî ve Manevî Duruş
1960 darbesinden sonra o bölgede sol faaliyetler, Marksist ve Kürtçülük faaliyetleri yavaş yavaş canlanmaya başladı. Ankara’da Siyasal Bilgiler hocaları önce bir Sosyalist Kültür Derneği kurdular ve Yön Dergisi diye bir dergi çıkarmaya başladılar. O dergide Alevilik ve Kürtlük meselesini devamlı kaşıyorlardı. Diyarbakır’da çoğu Fransa’da eğitim görmüş çok dar bir entelektüel kadro, hukukçular var, doktor olan var, Sosyalist Kültür Derneği’nin şubesini açtılar. Ancak hiç itibar görmüyorlardı. Etkili de değiller çünkü karşılarında DSİ teşkilatı vardı. Konferanslar veriyorduk, hatta şaşıracaksınız mitingler yapıyorduk. İlk mitingimiz belediye meydanındaydı. Halk partili bir belediye başkanı var idi. Aslında solcu-molcu, Kürtçü falan değil, Nejat Cemiloğlu. Adamların hiçbir imkânı yok, gelip bize yahu abi bize üç günlüğüne dozer, greyder versen vs. taleplerde bulunuyorlar biz de yardım ediyorduk. Onun da belediye ilânlarını yapmak için bütün Diyarbakır’a anons yapan bir hoparlör sistemi vardı. Biz bir teyp doldurmuştuk. Mitingden bir hafta öncesinde veriyorduk, belli saatlerde bütün Diyarbakır’a yayın yapılıyordu. Muhterem Diyarbakırlılar, falanca gün falanca saatte, milli, manevi ve ahlaki değerlerimize sahip çıkalım mitingi yapılacak diye duyuru, ardından mehter marşı, onun ardından da Necip Fazıl’dan, Mehmet Akif’ten şiirler okunan bir kayıt. Hiç kimse de bir şey demiyordu o zaman ve polis kayıtlarına göre 5-6 bin kişi iştirak ediyordu. O arada biz dışarıdan da konuşmacı getirdik. Yön Dergisine karşı Prof. Dr. Mümtaz Turhan İstanbul’da Yol Dergisini çıkarmaya başladı. O da onlarla mücadele ediyor. Mümtaz Turhan hocayı iki defa getirdik. Meşhur komünistlerden Aclan Sayılgan diye bir tiyatro sanatçısı vardı, onu da konferansa getirdik. Daha da enteresanı ben Ankara’ya geldiğim bir gün bir arkadaş dedi ki burada bir tiyatro var, Marksizm’i öylesine ince bir şekilde gırgıra alıyor ki illa seni de götürelim. Beni zorla götürdüler. Bir baktım ki hakikaten çok güzel. Onun üzerine ilgililerle konuştuk, geldiler Diyarbakır’da iki gün iki gece bu tiyatro sahnelendi. Kim yapıyor bunu? DSİ mensupları.
Bunlara karşı en büyük reaksiyon o dönemin kolordu komutanı, Türkiye’nin yakından tanıdığı Orgeneral Faruk Güventürk. Yapmış olduğumuz mitingden sonra bana dedi ki genç müdür seni tanımakta çok zorlanıyorum, bir tarafına bakıyorum fevkalade iyi yetişmiş bir teknisyen, diğer taraftan da yobazın teki. Yaptığın konuşmayı dinledim, dini içerikliydi ve gerici müzik çaldınız. Gerici müzik dediği de mehter marşı. Paşam mehter marşı ordunun marşı! Hayır, neden diğer marşları çalmıyorsunuz, dağ başını duman almış vs. Zihniyet bu.
Nihayetinde 1969 yılı geldi. Rahmetli hocamız bağımsızlar hareketini başlattı. O arada Fehim Adak kardeşim Mardin’den bağımsız aday oldu. Demirel bunu katiyen affetmedi. Ben iki defa kendisine gittim ve efendim bakın siz hükümet olarak halka en çok GAP’ın propagandasını yapıyorsunuz. GAP’ın şekillendirecek tek adam da Fehim Adak’tır, almayın görevden dedim. Alacağım dedi ve aldı. O güzelim homojen yapılı, çoğu inançlı, imanlı olan kardeşlerimizi darmadağın ettiler. Bizim o meşhur Fırat Planlama Amirliği binası Diyarbakır sosyetesi için akşamları ve hafta sonlarında caz müziği çalınan bir salon haline getirildi maalesef. Fehim Bey’i de Ankara’ya tayin ettiler ve oradaki çok değerli kardeşlerimiz, biraz evvel Yaşar Göçmen kardeşimden bahsettim, harita mühendisi fevkalade değerli bir kardeşimiz Aziz Dabak, Mehmet Helvacı, Ömer Naimi Barım vd. Ancak biz CHP ile koalisyonumuzda elhamdülillah Fehim Adak Bey bakan oldu, bu arkadaşlarımızın hepsi de önemli görevlere getirildiler. Son olarak şuna değinmek istiyorum. Fırat Planlama Amirliği adeta bir okul idi. Bu kadrodan iki tane DSİ Genel Müdürü, yedi tane DSİ Bölge Müdürü yetişti. Başöğretmen Fehim Adak Bey.
ENERJİ POLİTİKALARI VE TEMİZ ENREJİ
Enerji Bağımlılığımız
Ülkelerin sosyal ve ekonomik gelişmesinde önemli yeri olan “Doğal Kaynaklar ve Enerji” ihtiyaçlarını yeterince karşılayabilen ülkeler; gelişmiş, ileri ülkeler seviyesine ulaşmışlardır. Çünkü enerji, sosyal ve ekonomik kalkınmanın temel girdisidir. Ülkemizde kalkınma hamleleri; hızlı nüfus artışı, sanayileşme ve sosyal gelişmenin doğal sonucu olarak enerji ve doğal kaynaklara olan talebimiz hızla artmaktadır. Yıllara göre kişi başına tüketilen enerjideki değişim, talep artışındaki durumu en somut bir şekilde göstermektedir. Mesela 1970 yılında kişi başına tüketilen elektrik 205 kwh/kişi iken, 2010 yılında 2850 kwh/kişi olmuştur.
Ülkemizde yıllık elektrik tüketim hızı yaklaşık %7-8 mertebesindedir. Ülkemizde kişi başına tüketilen elektrik, dünya ortalamasının altındadır. Türkiye’nin, kalkınmakta ve gelişmekte olan bir ülke oluşu, enerji talebinde çok büyük artışlar olacağını işaret etmektedir. Bu talebi karşılamada ana hedef, enerji ve doğal kaynak ihtiyacımızın zamanında, yeterli, güvenilir, ucuz ve en önemlisi de çevre şartlarına uygun olarak sağlanması olmalıdır.
Türkiye büyük ölçüde enerji ithal eden bir ülkedir. Çünkü ülkemiz, linyit ve hidrolelektrik hariç diğer kaynaklar da yeterli imkâna sahip değildir. Bu yüzden Türkiye, elektrik enerjisi üretiminde yaklaşık %50 oranında dışa bağımlıdır. Ülke enerji ihtiyacının mümkün mertebe yerli kaynaklardan karşılanabilmesi için, kısıtlı olan bu kaynaklar kamu ve özel sektör tarafından araştırılıp geliştirilmeli, üretime açılmalıdır. Dışarıdan getirmek zorunda kaldığımız enerji ise, kaynak ve ülke çeşitlendirmesi sağlanmalı, böylece bir enerji kaynağında hiçbir ülkeye yaklaşık %30’dan fazla bağımlı olunmamalıdır.
Değişik hükümetler döneminde uzun vadeli enerji talep tah - minleri yapılmış, ancak uygulamada bu tahminler hep düşük kalmıştır. Çünkü toplumumuzdaki dinamizmle hep bir talep patlamasına şahit olmuşuzdur. Benzer durum birçok ihtiyaç maddesinde, mesela içme ve kullanma suyunda da görülmektedir. Sadece 21 Mart 1971 askeri darbesinde görüldüğü gibi, darbelerin ardından oluşturulan ideolojik saplantı içindeki yönetimler döneminde talep hep tahminlerin altında gerçekleşmiştir. Çünkü o yönetimlerde, Devlet-Millet kaynaşması zayıflamakta, toplumda dinamizm kaybolmakta, ekonomik durgunluk başlamaktadır.
Arz edeceğim şu olay, ideolojik saplantının ülkede nelere mal olduğunu açıkça göstermektedir. 1969 yılında bir mühendislik şirketinin genel müdürü idim. Bize TPAO’dan bir proje teklifi geldi. Irak petrol kuruluşu TPAO’na “Kuzey Irak’ta, Kerkük ve Musul’da ürettiğimiz ham petrol, büyük tanklara doldurulduktan sonra ham petrol içinde eriyik olan gaz (associated gaz) ayrışmakta ve tehlikeye, büyük ölçüde hava kirliliğine sebep olmaktadır. Bu yüzden bu gazı yakarak kirletmeyi azaltıyoruz. Arzu ederseniz çok düşük bir fiyatla bu gazı boru döşeyerek Türkiye’ye götürürüz. Bizi de böyle bir sıkıntıdan kurtarmış olursunuz” teklifinde bulunuyorlar. Türkiye için çok avantajlı şöyle bir proje ortaya çıktı. Gaz’ın bir bölümü basınç altında sıvı hale geliyordu. Bu LPG bir boruyla, gaz ise diğer bir boruyla Batman’a sevk ediliyordu. Batman’da, LPG pazarlamaya hazır hale getiriliyor, gazı kullanarak da 500 mw’lık bir termik santral, bir amonyak tesisi, bir etilen ünitesi kuruluyordu.
Kesin proje çalışmalarına başladığımızda, 12 Mart 1971 darbesi yapıldı. Demirel Hükümeti yerine Nihat Erim Hükümeti kuruldu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına ise Nihat Erim’in yayınlanan günlüklerinde “sadece solcuları kadrolarına alan” biri diye anlattığı İhsan Topaloğlu getirildi.
Bir süre sonra TPAO’nun yeni yönetimi bize “bu proje çalışmalarını durdurun” talimatını verdi. Bunun üzerine İhsan Topaloğlu’na gidip projeyi anlattım. “Türkiye için çok faydalı olan bu projeyi iptal ettirmeyin” dedim. O da bana, “Devir değişti. Bundan böyle biz milli bir enerji politikası uygulayacağız. Dışa bağımlı olmayacağız. Onun için dışa bağımlı bu projeyi durdurun talimatını ben verdim” dedi.
Ben de, “Sayın Bakan petrolümüz, doğalgazımız, kaliteli kömürümüz yeterli değil. İsteseniz de istemeseniz de dışa bağımlıyız.” sözlerimi de “Biz milli Enerji politikasından yanayız” diye cevaplandırdı.
Türkiye’nin çevresindeki ülkelerin birçoğu tabii kaynaklar bakımından zengindir. Çevre ülkelerle birlikte mütalaa ettiğimiz D8 ülkelerinin büyük bir bölümü de aynı zenginliklere sahiptir. 1950’den beri dünya nüfusundaki 2 kat artış yaşanmışken bu sürede enerji talebi 6 kat artmıştır. BM tahminlerine göre 2015 yılında dünya nüfusu 7,2 milyar olacaktır. Nüfus artışına ilaveten başta Çin ve Hindistan başta olmak üzere gelişmekte olan ülkeler daha fazla enerji tüketeceklerdir. Bu durumları göz önünde bulundurarak Türkiye çevre ülkelerle ve D8 ülkeleriyle enerji konusunda daha fazla işbirliğine, müşterek projelere girişmelidir. Böylece değişik kaynaklarla, enerji ihtiyacımız eksiksiz karşılanmalıdır. Çünkü kalkınmamız ve gelişmemiz buna bağlıdır. Enerji sektöründe sıkça kullanılan şu özdeyiş çok anlamlıdır: “En pahalı enerji, olmayan enerjidir.” Enerji kaynakları uğruna Batılı emperyalist ülke - ler tarafından savaşlar, işgaller ve hükümet darbeleri yapıldı. İngiliz siyasetçi Churcill’in “Bizim için bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir.” sözü, emperyalistlerin anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. Enerji üzerine oynanan oyunlar ve bu yüzden akıtılan kanlar, tam da enerji havzasının orta yerinde bulunan Türkiye’nin önüne çok ciddi problemler getirmektedir.
Primer Enerji Kaynakları: Petrol ve Doğalgaz
Türkiye son yıllarda petrol tüketimi artmaktadır. Ancak iç üretimimiz, tüketimimizin karşılamaktan çok uzaktadır. Kovid-19 Küresel Salgın’ının tesiriyle Dünyada küresel ölçekte petrol fiyatları sürekli artmaktadır. Aynı şekilde doğalgaz fiyatlarında büyük artışlar oldu. Petrol üretici ülkelerde meydana gelen ihtilal, işgal, savaş gibi siyasi gelişmeler ve salgın sebebiyle petrol fiyatının daha da artabileceği tahmin edilmektedir. Bu kadar yüksek fiyat, ülkeleri diğer alternatif enerji kaynaklarına yönlendirecektir. Ayrıca Dünya genelinde petrol rezervlerinin bugünkü tüketime göre 40-45 yıllık bir ömrü olduğu iddia edilmektedir.
1996-1997 yıllarında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında sorumlu iken, geleceğin fosil yakıt ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çok sayıda üretici çevre ülkelerini ziyaret etmiştim. Azerbaycan’daki görüşmelerimizde, Hazar Denizi petrol ve gazı için müşterek projeler yapmak hususunda ön mutabakatlar sağlandı. Türkmenistan ziyaretimizde, Türkmen doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye getirilmesi, oradan da Avrupa’ya ulaştırılması hususunda ön mutabakatlar sağlandı. Kazakistan’da TPAO Kazak-Türk Munay şirketi olarak petrol sondajları yapmakta idi. Kazakistan ziyaretimizde Kazak petrol ve doğalgaz konusunda mutabık kalındı. İran ziyaretimiz Türkiye’nin acil doğalgaz ihtiyacı bakımından çok önemliydi. D8 projesi sebebiyle merhum Necmettin Erbakan’la İran’a gidişimizde, İran-Türkiye doğalgaz boru hattı anlaşması yapıldı. Bu projeye ABD yetkilileri baştan itibaren karşı çıktılar. Bir Amerikalı Bakan bana, “Bizim D’AMATO isimli bir yasamız var. Bu yasaya göre terörist ülkeler arasında bulunan İran’la yılda 300- 500 milyon dolarlık ticari ilişkide bulunan kurumlar için özel tedbirler uyguluyoruz. Eğer acil olarak doğalgaza ihtiyacınız varsa size Katar’dan doğalgaz verelim” demişti. Ben de kendisini, “Sizin terörist ülkeler listesinde Suriye var. Ama şu sıralarda Dışişleri Bakanımız neredeyse her ay Şam’ı ziyaret ediyor. Demek ki bu konularda çifte standardınız var. Biz İran’ı niçin tercih ediyoruz? Tebriz-Türkiye arasında kısa bir hat inşa edince Türkiye çok kısa sürede gaza sahip olacaktır. Tabii, Katar teklifinizi de ciddiye alırız. Bize vereceğiniz sıvılaştırılmış doğalgaz (LPG)’nin fiyatı, boru hattı gazından daha pahalıdır. Herhalde teklifiniz bize iki fiyat arasındaki farkı ödemememizi de içermektedir. D’AMATO yasanıza gelince, bizi hiç ilgilendirmiyor” şeklinde cevaplamıştım. O da hemen “Fiyat farkını niçin ödeyelim? Ödemeyiz” deyince, ben de “Ucuzu varken biz niçin pahalısını alalım” cevabıma çok şaşırmıştı. Irak’a birçok sefer karşılıklı seyahatimiz oldu. Bu görüşmelerde;
- Körfez Harekâtı sonrasında kapatılan Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı’nın işletmeye açılması için mutabık kalındı. Hükümetimizin ısrarlı çalışmaları sonunda boru hattı işletmeye açıldı.
- Bağdat’ın kuzeyindeki bir bölgede ham petrol keşfi yapılmıştı. Bağdat’ın güneyindeki bir bölgede de gaz keşfi yapılmıştı. Müşterek hazırlayacağımız iki projeyle, petrol ve doğalgazın üretilmesi ve boru hatlarıyla Türkiye’ye ulaştırılması hususunda ön anlaşmalar imzalandı.
Kuzey Mısır’da doğalgaz keşfi yapılmıştı. Mısır ziyaretimizde Akdeniz sahilinde müştereken bir doğalgaz sıvılaştırma pro - jesinin gerçekleştirilmesi için anlaşmaya varıldı.
Yemen’de de doğalgaz üretimine başlanmıştı. Bir boru hattıyla gaz deniz sahiline getiriliyordu. Yemen seyahatimizde de müştereken bir doğalgaz sıvılaştırma projesinin gerçekleştirilmesi için anlaşmaya varıldı. D8 projesi için merhum Erbakan’la Nijerya’yı ziyaretimiz sırasında ham petrol ve doğalgaz için müşterek projelerin gerçekleştirilmesi hususunda mutabık kalındı.
- Gelecek için yeterli, güvenilir ve ucuz petrol ve doğalgaz temin etmek.
- Kaynak çeşitlenmesi sağlayarak hiçbir ülkeye %30’dan fazla bağımlı olmamak. Halen doğalgazda da Türkiye, Rusya’ya yüksek oranda bağımlıdır.
Bu temaslarımız sonunda bu projeler için büyük ümit taşımaya başladık. Ancak 2000’li yıllardan itibaren üretici çevre ülkelerinde Libya’da, Irak’ta, Mısır’da, Yemen’de tam anlamıyla bir siyasi kaos ortaya çıktı.
Temennimiz çoğunluğu Müslü - man kardeş üretici ülkelerin en kısa zamanda huzur ve barışa kavuşması, güçlü olmaları ve çok sayıda projenin müştereken gerçekleştirilmesidir.
Çevre Problemleri ve Temiz Enerji Arayışı
Fosil yakıtların sahip oldukları çevre problemleri ve aşırı fiyatlanmaları bu yakıtların siyasi baskı aracı olarak kullanma riski sebebiyle, ülkeler alternatif enerji projelerine ilgi duymaya başlamışlardır. Güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, hidrojen enerjisi ve yeniden tasarlanan elektrik enerjisi ilgi duyulan kaynaklardan bazılarıdır. Türkiye de, güneydeki çevre ülkeleri de bu iki kaynakta avantajlı durumdadırlar
Güneş Enerjisi
Batılı ülkeler ve Japonya elektrik sistemlerini petrole bağımlı olmaktan çıkarmak için, farklı yollar aramışlar ve “Güneş Enerjisi”ne yönlenmişlerdir. Çalışmalara başlandığı ilk dönemlerde güneş enerjisi çözümünün çok pahalı olduğu görünmüştür. Çalışmalar durmamış, 2003 yılından sonra elektrik enerjisini makul değerlerde elde edecek yeni teknolojiler için araştırmalara başlanmıştır. Bu sistemin önemli faydalarından birisi “çevre” ye olan olumlu katkısıdır. Bu sistemle elde edilecek ucuz elektrik enerjisi hidrojenin elde edilmesinde de kullanılabilir. Zira bu üretimin bir adım sonrası elde edilecek çok ucuz enerjiyle, suyun hidrolizi yoluyla çok ucuza hidrojen enerjisi elde etmektir. ABD’nin kurulu güneş santrallerinin gücü 2009 yılında 11.945 mw’a ulaşmıştır. Bizim “Güneydoğu Anadolu Projesi, GAP” ta 19 HES’in toplam kurulu gücü 7.404 mw’dır. Görülüyor ki ABD de güneş santrallerinde üretilen elektrik enerjisi, GAP enerji üretiminin en az 1,5 katıdır. Gerek Türkiye ve gerekse güneydeki komşularımız güneş enerjisinde büyük avantaja sahibiz.
Güneş enerjisi, Cenab-ı Hakkın en önemli lütuflarından biridir. Hava kirliliği üretmiyor ve tükenmiyor. Kuzey Avrupa ülkelerine kıyasla, Türkiye ve güney komşuları güneş enerjisinden daha çok imkâna sahiptir. Fakat bu güneş enerjisini gün boyu kullanamıyoruz. Onu doğrudan yakıt olarak kullanamayız, depolayamayız. Bu kusurları gidermek için bir ara sisteme bir bağlayıcıya ihtiyaç vardır. Bu bağlayıcı ile çeşitli teknolojilerle hidrojen üretilebilmektedir.
Hidrojen Enerjisi
Fosil yakıtları çevreye büyük ölçüde zarar vermelerinin yanı sıra, yakın bir gelecekte tükenme ihtimali de söz konusudur. Bu yüzden alternatif enerji kaynakları araştırılmış, 1970’li yıllarda hidrojen enerjisinin insanlığın enerji sorununa çözüm olabileceği anlaşılmıştır. Bu çalışmaların son aşamasında dünyaca ünlü bir Türk ilim adamımız vardır. Nejat Veziroğlu. 1996-1997 yıllarında, Enerji Bakanlığından sorumlu olduğum dönemde Nejat Veziroğlu BM tarafından merkezi Türkiye’de olacak, “Hidrojen Enstitüsü”nü kurmakla görevlendirildiği müjdesini vermişti.
Evrenin %90’ını teşkil eden hidrojenin üretimi esnasında, bir başka enerjinin kullanılma mecburiyeti vardır. Bugün hidrojen üretiminin; %48’i doğalgazdan, %30’u petrolden, %18’i kömürden, %4’ü suyun elektroliz yoluyla ayrıştırılmasından elde edilmektedir. Bu hidrojen depolanabilir. Hacmi 700 misli küçültülerek taşınabilir. 2000’li yıllardan itibaren hidrojene geçiş başladı. Mesela şuanda dünyada 200’ün üstünde hidrojen dolum istasyonu vardır. Alman denizaltıları hep hidrojen kullanacak tarzda yapılıyor. Airbus şirketi hidrojenle çalışan uçak üzerinde çalışma yapıyor. Çünkü uzun yolculuklarda uçakların ağırlığının %60’ı jet yakıtıdır. Eğer uçak hidrojenli olursa, ağırlığının sadece %20’si yakıt olacaktır.
Türkiye’nin yakın çevresi, doğalgaz ve petrol bakımından çok zengindir. Güneş enerjisi yönünden de engindirler. Bu ülkelerle işbirliği yapıp, doğalgaz, petrol ve güneş enerjisi kullanarak hidrojen üreterek daha temiz enerjilere ulaşmamız mümkündür.
Uzun yolculuklarda uçakların ağırlığının %60’ı jet yakıtıdır. Eğer uçak hidrojenli olursa, ağırlığının sadece %20’si yakıt olacaktır
KONSERİNİ İCRA EDEMEYEN FETİH KOROSU
Törende Batı Müziği
Teknik Üniversite (İTÜ) rektörü bir karar vermiş. Efendim, vakti zamanında bu mühendislikte temel yapı yüksek mühendis mektebi, yani İstanbul Teknik Üniversitesi. Onun ardından Ortadoğu çıkmış, Bilkent çıkmış, ondan sonra Yıldız Üniversitesi çıkmış. Bunların propaganda güçleri de fazla. Teknik Üniversite gitmiş geri plana. Bahseden yok. Bizden mezun olan ve hakikaten Teknik Üniversitesi temsil kabiliyeti olan arkadaşları, 3 tane, seçeyim. Onlara bir şey vereyim. Altın arı rozeti hediyesi vermek üzere bir tören yapayım diye İstanbul’daki yeni kampüste böyle organize yaptılar. Böylece Üniversite’nin adını kamuoyunda gündeme getirmiş olacak. Benimle beraber Veysel Eroğlu ve Binali Yıldırım’ı da eklemişler. Binali Yıldırım da İTÜ’lüdür. Ancak Sayın Cumhurbaşkanı bir seyahate mi gidiyormuş, Veysel Eroğlu ve Binali Yıldırım’a “Siz benimle gelin” demiş. Dolayısıyla program sadece benimle yapılmış oldu. Teknik Üniversiteden mezun olan bizim bir üst sınıfımız, Türkiye’nin en büyük müteahhitlik gruplarından birisi GAMA. Onlar kendi üniversitelerine önemli bir hizmette bulunmak istemişler. Ve bütün masrafları kendilerine ait olmak üzere bir Batı müziği grubu kurmuşlardı. Bizim için düzenledikleri törende de önce sahneye bunlar çıktı. Fakat benim ağırıma gitti, ya bu üçü de Anadolu’dan gelmiş arkadaşlar. Anaları, babaları vs. Sonra rahmetli Erbakan hocamızla ilgili beraber düzenlemiş olduğumuz sempozyumda da müzik vardı ancak bizimki tamamen kendi müziğimiz. O vakit düşündük ki bir hatıram var. Onu sayın rektöre yani size müsait bir zamanda anlatayım diye. Şimdi bu vesileyle o hatıramı anlatayım sizlere:
Biz Teknik Üniversite 3. sınıftayken iki tane ilim adamı, bunlardan bir tanesi İstanbul Teknik Üniversitesinde, Ord. Prof. Salih Murat Uzdilek, fizik profesörü. Bir de, hem Batı müziğinde hem de Türk musikisinde üstad du - rumunda olan Hüseyin Sadet - tin Arel diye diğer bir müzikolog. Bunlar bir ilmi çalışma yapmışlar, bir de kitap hazırladılar. Şu iddia ile çıktılar ortaya. Türk musikisi - nin imkanları Batı musikisinin üstündedir. Hani onlar diyorlar ya, efendim çok sesli müzik bil - mem ne vs. çok seslilik üstünlük sebebi değildir diye. Diyorlar ki bu kitap bir netice getirmez. Onun için gelin, o arada da, Türkiye’de müzik eğitimi veren, bizim talebe olduğumuz dönemde belediyenin bir konservatuarı vardı. Tama - men Batı musikisi eğitimi verirdi.
Derken İstanbul radyosu kuruldu. Onların %90 yayınları da Batı musikisiyle ilgiliydi. Hatta ondan evvel bir önemli olay oldu. Burada anlatmam gerekir:
Milletin Büyük Kahramanı Fevzi Çakmak’a Büyük Saygısızlık
İsmet Paşa daha ayrılmamış. Fevzi Çakmak’la tam çatışma halindeler. Fevzi Çakmak vefat etti. Tam da Demokrat Parti’nin iktidara gelme sırasında. Biz de Teknik Üniversite talebe birliğini ele almışız. İstanbul radyosunda Fevzi Çakmak, eski erkân-ı harbiye reisimiz falan diye, onun ardından oyun havaları çalmaya başladılar. Vefat haberini verip, ardından oyun havalarını çaldılar kasıtlı olarak. Nasıl bir insanlıktır bu? Ondan sonra, biz Teknik Üniversiteyi organize ettik. İstanbul Üniversitesindeki arkadaşları, doğru İstanbul radyosunun önünde toplandık. Ondan sonra, biraz sonra İsmet Paşa’nın polisleri coplarla geldiler. Benim yanımda da liseden yakın arkadaşım Gökhan Evliyaoğlu, onu bir güzel dövdüler orada. Vay siz nasıl yaparsınız diye. Ve böyle de bir olay olmuş idi. Bu da içime işlemiş. Ve hep diyordum, inşallah bir fırsat olursa yani bizi Türk musikisine hizmet etme fırsatı.
Koro kuruluyor, ancak…
Derken bir gün bir avukat geldi. Dedi ki efendim biz dedi bir grup Türk musikisi aşığı, değişik mesleklerden avukat var doktor var bilmem ne var. İki tane hoca, bir tanesi sizin hocanız, bir kitap hazırlamışlar. Yani Türk musikisini üniversitelerde yayalım diye. Ancak bir şey yok, bir kurum yok. Onun için İleri Türk Musikisi Konservatuvarı diye bir konservatuvarın kurulmasına karar verdik dediler. Ve onların da bütün üniversitelerde haftada iki kere ikindi vakti kurs açacağız Türk musikisi üzerine. Ne diyorsunuz diye. O sıralar bu tür kültürel faaliyetlerden ben sorumluyum. Fevkalade güzel olur, dedik. Ve böylece İleri Türk Musikisi Konservatuvarı kuruldu. Bu bizim iki tane bahsettiğim hocanın öncülüğünde. Ondan sonra rektörlerle görüştürdük bunları. Nerede olacak dersler? Ben de kendimi hazırladım. Ondan evvel de Türk musikisiyle biraz yakınlığım vardı. Ve ben onların açtığı kursa iki yıl devam ettim, Türk musikisi üzerine. O vakit bir karar verildi. İstanbul’un fethi 1453 malum. 1953 İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümü. O halde biz 500. Yıldönümünde İstanbul’da 500 kişilik bir koroyla Türk musikisini takdim edeceğiz diye. İşte o dönemde Demokrat Parti yavaş yavaş sulanmaya başlamış. Yunanlılarla, Amerikalılarla aramız bozulur dediler. Ve bu şeyi iptal ettirdiler. Yani dolayısıyla biz 500 kişilik bir koro kuruldu, evet. Ama hedeflenen Fetih Konserini icra edemedi, arz ettiğim sebepten ötürü.