Ekolojik Sünnet
İnsan ile diğer canlılar arasındaki “zorunlu ilişki”, tarihin ilk dönemlerinden başlayarak 17. yüzyıla kadar, (insanın doğayı tam olarak kavrayamamasından kaynaklı korkularına rağmen) ‘dostça’ devam etmiştir. Bahsi geçen yüzyıla kadar istismardan uzak tutulan doğa anlayışı, Bacon’un sembolik sözünde ifadesini bulan “bilmek, egemen olmaktır” yaklaşımıyla diğer canlılar aleyhine değişmiştir. Böylece insan-hayvan-doğa ilişkisinde doğanın “mekanik kuralları” değil, giderek insan iradesi temel belirleyici faktör haline gelmiştir.
İslam, bütün yaratılmışların bir “can”ının, bir ruhunun ve bir değerinin olduğunu ve onları incitmeden, tahkir etmeden, tahrip etmeden korumayı “asıl” kabul eder.
Artık doğayı evi gibi gören, onu koruyan, sahip çıkan, atalarının bir mirası, gelecek nesillere bırakılacak bir emanet olarak gören anlayış yerini, sorumsuzca tüketmeye, hoyratça kullanmaya ve yok etmeye dönüşmüştür. Thomas Berry bunu milyarlarca yıllık yeryüzü tarihinin bağlamını yeniden oturtacak geniş bir kozmolojik perspektif olarak ifade eder. Fritjof Capra ise 300 yılık bu perspektifin batı kaynaklı olduğunu ifade ederek, krizin kökeninde kültürel dengesizlikten kaynaklanan kurguya gönderme yapar. O halde Levi Strauss’un ifade ettiği gibi temel yanlışımız olan ve kendimizi her şeyin üzerinde zannederek “evrenin sahibi” olduğumuza dair bu hatalı kurgunun değişmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Artık diğer canlıları da sahiplenecek etik değerler site mi oluşturulmalı veya var olanlardan daha fazla faydalanılmalıdır. Çevre ve hayvan hakları sorunların çözümünde alternatif yöntemlerden biri ‘İnanç eksenli’ ekoloji etiğidir. İnanç eksenli ekoloji etiği genel olarak insanlar ile diğer canlılar arasındaki ahlaki ilişkilerin sistemli olarak incelenmesidir4. İnanç tabanlı ekolojik anlayışının diğer ekolojik girişimleri hareketleri ile güçlü bir birliktelik yaratacağını ve bunun gelecek kuşakların doğayla ilişkisinde hafife alınmaz bir sinerji yaratacağını savunan Richard Louv’a göre doğayı ve hayvanları koruma özünde ruhsal bir edinimdir. Ne de olsa gelecek kuşaklar için korunacak şey Tanrı’nın yaratımıdır. Kadim dinlerin ve oluşturdukları medeniyet havzalarının hiçbiri bugün karşı karşıya olduğumuz türden bir ekoloji ve hayvan hakları kriziyle yüzleşmek durumunda kalmamışlardır. Aslında dinler doğaya yönelik tutumlarımıza biçim vermede kilit araçlar olma özelliği taşırlar. Sosyal ekoloji bağlamında, bilim insanları, dünyadaki inançlarının etkisiyle oluşan ahlaki değerlerin insanın neden olduğu bozulmayı azaltacağını ifade etmektedirler5. Boston Üniversitesinden Prof. Dr. Adil Najam’a göre ekolojik sorunlara yönelik tartışma genel olarak ekonomi ve adalet veya karbon salınım oranları etrafında şekilleniyor. Ama din ‘üçüncü bir anlatım dili’ sunuyor, çünkü Kuran veya İncil gibi kutsal metinlerde sözü geçen kıyametler, gerçekliğin algılanışını şekillendirebiliyor6. Norveçli felsefeci Arne Neass ‘derin ekoloji’ çalışmasında herkesin farklı düşünsel ve dinsel geleneklerine yaslanarak kendi ekozofilerini geliştirebileceğini ifade eder. A. Toynbee: “İnsanoğlunu, maddi hırsın ilham ettiği teknolojinin sonuçlarından korumak için bütün dinlerin ve felsefelerin taraftarları arasında dünya çapında bir iş birliğine ihtiyacımız olduğunu sanıyorum” demektedir. 70’li yıllarda yazılan ve sürdürülebilir kalkınmanın önemli eserleri arasında yer alan Küçük Güzeldir (Small is Beatiful) kitabında Ernest Friedrich Schumacher, daha iyi bir yaşam için sadece bilimsel bilginin yeterli olamayacağı, sağduyu, vicdan ve bilgeliğin de gerekliliğine vurgu yapmıştır. Schumacher’e göre bu değerlerin yer almadığı bir bilgi bazen yarardan ziyade hatta felaketlere sebep olur, bunu anlamak için ‘Atom bombasını icadı ve neticeleri hakkında iki saniye düşünmemiz yeterlidir’ demektedir. Prof. Dr. Hüseyin Nasr, bunu kozmos düzeninin temel unsuru olan inanç unsurunun ekolojik korumada insanlığa sunduğu fırsat olarak görür. Gerçekten bu fırsatın somut örneklerine birçok inanç sisteminde rastlamak mümkündür. Anadolu ve Kızılderili gelenekleri, adetleri ve veciz sözleri bunun güzel göstergelerindendir.
İnsana yakışır bir yaşam için sadece bilimsel bilgi yeterli değildir. Sağduyu, vicdan ve bilgelik olmadan bu sağlanamaz.
Kuran ve Sünnete İnsanoğlunun Diğer Canlılarla İlişkisi
İslam inancı, genel geçer canlı tanımının dışında bütün yaratılmışların bir “can”ının, bir ruhunun ve bir değerinin olduğundan hareketle; evrendeki tüm canlıları incitmeden, tahkir etmeden, tahrip etmeden korumayı “asıl” kabul etmektedir. İslam düşünce sistemi, insan ve diğer canlılar arasındaki ilişkiyi genel anlamda teosentrik (inanç merkezli) bir anlayışla yorumlamıştır. Kur’an, bir ibret alanı olarak hayvanları, evrenin yaratılışı, insanın faydalanmasına verilişi ve orada bir düzenin varlığından söz ederek sık sık canlı yaşamına ve doğaya göndermede bulunur. “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır.” (Nahl Sûresi, 66. Ayet). Kur’an’da Hz. Salih’in devesinden, Hz. Yunus’un balığından, Ashâb-ı Kehf ’in köpeğinden, Hz. Süleyman’ın karıncaları ve hüthüt ile olan diyaloglarından bahsedilerek onların aracılığıyla insanlara çeşitli mesajlar verilmiştir. Yine, Kur’an’da yaklaşık 750 ayetin doğrudan veya dolaylı yoldan, doğal dünyanın yaratılışı, insan hayatının kalitesine etkileri ve onu yöneten kanunlarla ilgilidir. Birçok sûrede ‘İnek’, ‘Sığır’, ‘Şimşek’, ‘Arı’, ‘Karınca’, ‘Gün Işığı’, ‘Güneş’, ‘Gece’, ‘İncir’ ve ‘Fil’ gibi belli doğa ve canlı yaşamına göndermeler yapılması belki de bundandır. Bunu İslam’ın insanı çevresinden ve onun kanunlarından bağımsız olarak “yaşayan bir canlı” olarak tanımadığı şeklinde yorumlamak da mümkündür. “Allah, yeri canlı yaratıklar için var etti.” (Rahman Sûresi, 10. Ayet), diğer ayeti, diğer canlıların da en az insan kadar yeryüzünde yaşama hakkına sahip olduklarını anlatır. Bu çerçevede; ontolojik kaynak anlamında yaratılmış olarak insanla aynı düzlemi paylaşan diğer canlılar, Richard Foltz’un ifadesi ile insanoğlu için ‘bahşedilmiş bir emanettir’. Bu emanetlik aynı zamanda insanoğluna sorumluk da getirmiştir. Bu basit, anlaşılır anahtar formülason sadece insanı bir değer olarak gören, onun dışındakilerine doğa dahil araçsal değer biçen antroposentrizm (insan merkezli) görüşten farklıdır. Çünkü teosentrik sadece insana karşı değil, hayvanlara ve çevreye karşı sorumluluğu da içerir.
Temel yanlışımız olan ve kendimizi her şeyin üzerinde zannederek “evrenin sahibi” olduğumuza dair bu hatalı kurgunun değişmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Ekolojik Sünnet
Peygamberimizin canlı varlıklara ve doğaya olan sevgisini, doğanın ve canlıların korunmasına ilişkin sözsel öğretisi ve fiilen yaptığı şeylerinin bütününe ‘Ekolojik Sünnet’ diyebiliriz. Bu noktada belirtmemiz gereken önemli bir nokta Peygamberimizin, hayvanlara kaba kuvvet uygulanmasını yasaklamış, hayvanların hedef yapılarak atış yapılmasını, avcılıkta hayvana eziyet verdiği için sapanın kullanılmamasını, hayvanlara lanet okumayı, beddua ve hakaret etmeyi men ettiği gerçeğidir. Hadislerde hayvanlara karşı yapılan kötü muameleden dolayı insanın hesap vereceği ifade edilir. “Haksız olarak bir serçeyi öldürenden Cenâb-ı Hak kıyamet gününde hesap soracaktır.” buyurarak açıkça canlılara eziyet edilmemesini ve işkence yapılmaması gerektiğini ortaya koyar. Peygamberimiz bir gün yanındakilere aç ve susuz hayvanları doyurmanın mükâfatına dair bir kıssa anlatmıştı. Buna göre “Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: ‘Bu köpek de benim gibi susamış.’ deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.” Hz. Peygamber’in bu sözlerini dinleyenlerden bazılarının, ‘Ey Allah’ın Resulü! Yani bize hayvanlara yaptığımız iyilikler için de sevap var mı ?’ dediler. O da ‘Evet! Her canlıya yapılan iyilikte bir sevap vardır’ dedi.”
Anadolu Uygulamaları
İslam’ın geleneksel ekoloji anlayışına, Anadolu’nun medeniyet birikiminin sayısız örneğinde görmek mümkündür. Hayvanlarına verdiği sarıkız, kınalı kuzu isimlerinin yanı sıra doğadan aldığı çiğdem, nilüfer, derya, sümbül, gül gibi adlar, hayvan ve kuşların bakımı ve tedavisi için kurulan vakıflar, hastaneler ve daha birçok ekolojik adet, yaşatılan doğa ve hayvan sevgisinin bir göstergesidir.
Yazılı Metinlerde Hayvanlar Alemine Bakış
Anadolu irfanının birçok değeri insan ve diğer canlılar arasındaki ilişkiyi naif bir şekilde eserlerine yansıtmıştır. Bu noktada dünyaya mâl olmuş Mevlâna ve Yunus Emre’yi ele almak istiyoruz. Mevlâna’ya göre toprak ve hayvanlar ile insanoğlu arasında adeta aşk üzerine kurulmuş bir bağ vardır. Mevlâna bu bağı mecazi bir şekilde şöyle ifade eder: ‘Sen nasıl rızka düşkün bir aşıksan rızık da yiyene, yani sana aşıktır.’ Büyük düşünüre göre yeryüzündeki her şeye doğrudan yaradan can verdiğinden insan dışındaki yaratılmışlar da bizden yakın ilgi isterler. Çünkü onlar da aynen bizim gibi canlıdır. Bu bakış açısı Edward Wilson tarafından ortaya atılan ve insanoğlunun diğer tüm yaşam sistemlerine içgüdüsel olarak bağlı olduğunu öne süren ‘biyofilya’ yaklaşımı ile benzerlik gösterir.
Anadolu irfanının birçok değeri insan ve diğer canlılar arasındaki ilişkiyi naif bir şekilde eserlerine yansıtmıştır.
“Ben kansız bir şeyken, bitki olup büyüdüm.
Bitkiyken ölüp, hayvan suretinde göründüm.
Hayvanken ölüp, bu sefer insan suretinde göründüm.
Öyleyse, ölüp yok olmaktan niye korkayım”
Mevlâna’nın gayesi; güzel ve ulvî duyguları insanlara aşılamak, onları kötülükten kurtarmak, iyiyi ve doğruyu gösterip, onları doğru yola sevk etmektir. Bu amaç için eserlerinde bilge filler, ürkek fareler, kurnaz tilkiler ve obur öküzlerden oluşan hayvanlara da geniş bir yer vermiştir. Bunun temel nedeni hayvanların, çocuklara varıncaya kadar, her çeşit insanın daha iyi tanıdığı yaratıklar olmasıdır. Bu da Mevlâna’yı telkin tesiri bakımından çok kuvvetli olduğuna inandığı hayvan hikâyelerini anlatmağa sevk etmiştir. Ayrıca bunda Mevlâna’nın hayvanlara karşı duyduğu sevginin de rolü olduğunu ileri sürebiliriz. Yunus Emre de yeryüzünün insana bahşedilmiş bir emanet olduğu bilinciyle eserlerinde canlılar dünyasına karşı yalın, saf ve koruyucu bir bakış açısını yansıtmıştır. Yaşadığı 13. yüzyılda hayvan hakları ve çevreyle ilgili problemler yoktu ancak buna rağmen adeta bugün yaşadığımız krizleri öngörürcesine insanlığa evrensel nasihatlerde bulunmuştur.
Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Müderris olsa da; Hakk’a asidir.
Bu dizelerinde yer alan “cümle yaratılmış” ifadesi ile evrendeki tüm canlıları, insanları, hayvanları her şeyi Allah tarafından yaratılmıştır. “Bir göz ile bakmak” aynı duygularla, aynı sevgilerle, aynı titizlikle bakmak, korumak, esirgemek demektir. Yunus Emre bu beyitinde, bütün yaratılmış varlıklara aynı sevgi ve duyguyla bakmayan insanın, evliya derecesinde bile olsa gerçekte Allah’a asi olacağını söylemektedir.
Anadolu’da leyleklerin güneye göç etmesini ‘Hacca Gitme’ olarak gören insanımız, leyleğe ‘Hacı Leylek’ adını vererek ona özel bir anlam yüklemiş ve bu inanış sayesinde leylekleri adeta koruma altına almıştır.
Uygulamada Hayvanları Koruma
Kendi medeniyet geçmişimizde insanın diğer canlılar ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtan görkemli bir geleneğe sahip olduğumuzu söylememiz mümkündür. Eğer bu hazır malzemeyi tüm insanlığa yansıttığımızda anlamlı bir başarı yakalamış oluruz. Örneğin Anadolu’da leyleklerin güneye göç etmesini ‘Hacca Gitme’ olarak gören insanımız, leyleğe ‘Hacı Leylek’ adını vererek ona özel bir anlam yüklemiş ve bu inanış sayesinde leylekleri adeta koruma altına almıştır16. Bu inanışın da etkisiyle olsa gerek Bursa’da 19. yüzyılda halk imkânları ile başta sakat leylekler olmak üzere göçmen kuşların bakımı için “Gurabahane-i Laklakan” (Leylekler Bakımevi) kurulmuştur. Ahmet Hâşim, “Gurebâhâne-i Laklakan adlı kitabında Bursa’daki Haffaflar (Ayakkabıcılar) Çarşısı esnafının kurduğu bu örnek bakım evini şöyle anlatır: Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malûl bazı hayvanların dârülacezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar burada halkın sadakasıyla iaşe edilir. Haffaf esnafın aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amel-mânde bir ihtiyar, toplanan sadaka parasıyla her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı kuşlara dağıtır. Atalarımızın doğa ve hayvanlara karşı sergilenmesi gereken inceliği gösteren Bursa’daki örneğe benzer bir uygulamayı leyleklerin beslenmesi için senelik 100 kuruş para ayıran Ödemiş’teki Mürselli İbrahim Ağa vâkıfında da görmek mümkündür”. Yapay kuş cennetlerinden, hayvanat bahçelerinden, nesli tükenen kuşlardan, protest bir eylem olarak kalan çevrecilikten, bütün bunlara karşı tutarsız ve teorik çözüm önerilerinden başımızı kaldırıp, çok değil yüz yıl öncesinin Osmanlı coğrafyasına baktığımızda mimarimizin minyatür örnekleri olan “kuşevleri” ile karşılaşırız. Kuşevleri binanın tabii bir parçasıdır; kesinlikle bir “çıkıntı”, bir fazlalık değildir. Buyurun ey kuşlar, bu ev insanların olduğu kadar size de yakışır, başımız üzerinde yeriniz var algısının somut göstergesi olan bu kovukların giriş kapıları bile medeniyetimizde kuşlara gıptayla bakılan semavi yaratıklar olduğunu göstermektedir. Kuşevlerinin yanında, ağırlıklı olarak camii, han, köprü, gibi kamunun ortak kullanımındaki binalara yapılması, bize bu hassasiyetin yalnızca “insanı yaşat ki devlet yaşasın” değil, “âlemi yaşat ki devlet yaşasın” felsefesini de içkin olduğunu göstermektedir. Kuşların yuvasını bozmayı “günah” sayan ve onları konuk eden bir uygarlığın anaç, hamiyet sahibi, yaşatmaktan, huzur vermekten yana tutumu, geleceğin dünyası için de yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir seçenek olarak durmaktadır.
Kuşevleri binanın tabii bir parçasıdır; kesinlikle bir “çıkıntı”, bir fazlalık değildir.