Kınanamayan Mezalim, İsrail Sorunu ve Batılı Ülkelerin Tutumu
Merve BİRDANE
İsrail - Filistin meselesi 100 yılı aşkın süredir Ortadoğu bölgesinin gündemini meşgul eden ve bölgede çatışmaya ve barışa dair anlatının baş öznesi konumunda olma özelliğini her daim koruyan bir meseledir. Bu konuyu, çatışma, anlaşmazlık gibi kavramlarla tanımlamanın sorunlu tarafları bir yana meselenin Batı dünyasında ele alınış şekilleri de her açıdan son derece problemlidir. Her ne kadar işgal siyaseti izleyen Siyonist zihniyet tarafından halksız bir toprak parçası olarak görülse de Filistin halkının kökleri binlerce yıllık bir geçmişe sahip Filistin topraklarına derin bir şekilde gömülüdür. Filistin’in hem dini ve kültürel açıdan ifade ettiği anlam hem de Doğu Akdeniz’deki jeopolitik konumu onu tarih boyunca önemli bir yer kılmıştır. Kendi bünyelerinde bir problem oluşturduklarını düşündükleri Yahudilerin bir yurt edinmeleri fikrinin tohumlarını atan Batılı ülkeler aslında Siyonizm fikrinin ortaya çıkmasında da önemli rol oynamışlardır.
Fransız İhtilali sonrası Batı Avrupa ve Rusya’da yaşayan Yahudilerin topluma entegrasyonu ile ilgili yaşanan sorunlar ve bu bölgelerde yaşayan Yahudilerin baskı ve çatışmalarla yüz yüze kalmaları Siyonizm’in siyasileşmesi sürecini de beraberinde getirmiştir. Yahudilerin Britanya’dan çıkarılması ve onlara yeni bir yurt verilmesi fikri anti-semitik bir uygulama olarak aslında siyasi Siyonizm fikrinin çıkış noktası kabul edilmektedir. Yahudilerin yaşadıkları bu bölgelerden uzaklaştırılmaları ile başlayan ve adına Aliyah (yükseliş) denen göç dalgaları 1882’den başlayarak günümüze dek devam etmektedir. Bu Siyonist ve yerleşimci göç dalgaları aslında Avrupa sömürgeciliğine derinden kök salmıştır. Örneğin İngiliz sömürgecileri dünyanın büyük bölümünü “terra nullius” (hiç kimsenin toprağı) olarak görmüş ve Filistin topraklarının halksız bir toprak olduğunu Filistinli halkın ise Arap dünyasının bir parçası olduğunu ileri sürmüşlerdir. 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk dünya Siyonist Kongresi ile Filistin topraklarında Yahudiler için bir vatan kurulması hedefi ile başlayan mesele 1917 Balfour Deklarasyonu ile ilk dönüm noktasını yaşamıştır. 1920’de İngiliz mandası olan Filistin topraklarında yasadışı göç ve yerleşimlerin artması ile ilk fiili çatışmalar başlamış ve halen devam eden bir probleme dönüşmüştür. Manda yönetiminin yaşanan çatışmaları çözmek için kurduğu komisyonların Siyonist amaçlara ters düşmesi nedeniyle problemin çözümü 1947’de BM’ye aktarılmış ve 181 sayılı karar ile Taksim Planı uygulamaya konmuştur. Bu karar sonucunda devlet olma yolunda bir meşruiyet kazandıklarını düşünen Yahudiler 14 Mayıs 1948’de İsrail devletini fiilen kurmuştur. İsrail devletinin ilanı ile bunun illegal olduğunu düşünen Arap devletleri (Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan) arasında yaşanan 1948 savaşı sonucunda İsrail topraklarını genişletmiş ve bu toprak kazanımı ve işgal politikası 1967 savaşında zirve noktaya ulaşarak İsrail devletinin resmi politikası haline gelmiştir.
Acı diyorum efendim, O da evrensel olmalı Bir çocuğun eline diken batsa; İnsanoğlu yanmalı…
Farid Farjad
İsrail’in 1948’deki ilanı Filistinliler için Nekbe yani felaket günü anlamına gelirken aynı zamanda Konstantin Zurayk gibi entelektüeller tarafından bir direniş bilinci de gelişmeye başlamış ve bu ortamda Yaser Arafat ve arkadaşları tarafından El Fetih kurulmuştur. Artık problem bir Arap-İsrail sorunu olmaktan İsrail-Filistin sorunu olmaya doğru evrilmeye başlamıştır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken Batılı ülkelerin bu meselenin kökenindeki belirleyici etkileri bir yana İsrail’in işgalleri konusunda herhangi somut bir adım attıkları görülmemektedir. Filistin toplumunun Yahudi askeri saldırıları nedeniyle paramparça olması ve yaşanan kitlesel göçlerin neden olduğu mülteci krizini kınamak bir yana örneğin Amerika İsrail devletini ilk tanıyan ülke olmuştur. BM ise bu anlaşmazlıklara çözüm üretmekte her zaman yetersiz kalmıştır. Filistin ve İsrail arasındaki tartışmalarda arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışan Amerika ve İngiltere gibi ülkelerin çabaları genelde Siyonistlerce şiddetle reddedilmiş ve Batılı ülkelerin bu topraklardaki çıkarlarının Siyonist yönetimle çakışmasının bedelini Filistin toplumu ödemek durumunda kalmıştır.
Batılı ülkelerin bölgedeki çıkarlarının Siyonist yönetimle çakışmasının bedelini Filistin toplumu ödemek durumunda kalmıştır.
Amerika ile 1960’lardan itibaren ilişkilerini geliştiren İsrail artık kendisine bulduğu bu sağlam müttefiki ile günümüzde de Yahudi lobileri sayesinde Ortadoğu politikasını belirleyebilecek seviyede bir ilişki geliştirmeyi başarmıştır. Bu dönemde Avrupa Toplulukları (AT) Filistin-İsrail sorununu bir stabilizasyon ve güvenlik meselesi olarak görmüşse de Fransa ya da Almanya gibi ülkelerin tek başına bu soruna yönelik politikaları farklılıklar göstermiştir. 1971 sayılı Schuman Deklarasyonu AT’nin İsrail-Filistin meselesine dair ilk ortak bildirgesidir ve yıllar içinde benzeri girişimler devam etmiş ama sorunun çözümüne etkileri sınırlı kalmıştır. Bu dönemde Ortadoğu petrollerine bağımlılıkları nedeniyle bu meseleyi önemseyen Batılı ülkeler ABD tekelini kırma gayreti içinde olmuşlardır. Avrupa Birliği (AB)’nin kurulmasının ardından Filistin halkına maddi yardımlar yapılırken siyasi düzeyde çözüm üretilememiştir. Bu süreçte ABD’den aldığı büyük ekonomik, askeri ve siyasi destekle İsrail orantısız güç kullanımına devam etmiştir. ABD önderliğinde 1978’de gerçekleştirilen Camp David süreci barışa dair atılan önemli bir adım olsa da sonuçları barış getirmek bir yana yeni çatışmaları tetiklemiştir.
2000’li yıllarda İsrail ve Filistin arasında yaşanan problemlerin ana hatlarını oluşturan konular sınırlar, mülteciler, yerleşimler ve Kudüs özelinde şekillenmekte ve yaşanan şiddetin dozu ve ortaya çıkan insani kriz uluslar arası toplum nezdinde yetersiz kınamaların ötesine geçememektedir. Barışa dair atılan Oslo süreci gibi adımlarda arabulucu rolü üstlenen Amerika İsrail’in çıkarlarını ve Siyonist siyasetin savunuculuğunu yapmaktan öteye geçememiştir. Bu süreçte AB ise daha marjinal bir konumda kalmıştır. Filistin direnişinde El Fetih’in ardından Hamas hareketinin ortaya çıkması ile boyut değiştiren çatışmalarla İsrail’in yerleşim ve işgal politikalarını ve şiddetin dozunu arttırması ile barışa dair umutlar tükenmiş ve Batılı ülkelerin girişimleri de yine söylem düzeyinde kalmıştır. Hatta İkinci İntifada sürecinde Amerika İsrail’in şiddet politikalarının arkasındaki en önemli güç olarak sözde teröre karşı savaş politikasının ne denli ikiyüzlü olduğunu ortaya koymuştur. 2006 yılında Hamas meşru ve adil seçimlerde iktidar olarak Amerika’nın bölgeye “demokrasi ve barış” getirme amacı güden Büyük Ortadoğu Projesi’nin darbe almasına neden olmuştur. 2009’da başbakan seçilen ve İsrail tarihinin en uzun iktidarda kalan siyasetçisi olan Benyamin Netanyahu’nun izlediği aşırı sağ revizyonist Siyonist siyaset koalisyon ortaklarının da desteğiyle iki devletli çözüme asla yanaşmayan, yasadışı yerleşim politikasının, hukuksuzlukların ve şiddetin hızla devam ettiği bir dönem olarak ABD başta olmak üzere her daim batılı ülkelerin desteğini almayı başarmıştır. Barack Obama döneminde barışa dair atılan adımlar Filistin gerçeğini değiştirecek düzeyde olmak bir yana şiddet olayları tırmanarak devam etmiştir. Hatta Obama dönemi İsrail’in en fazla korunduğu dönem olarak nitelendirilmektedir.
Barışa dair atılan Oslo süreci gibi adımlarda arabulucu rolü üstlenen Amerika İsrail’in çıkarlarını ve Siyonist siyasetin savunuculuğunu yapmaktan öteye geçememiştir.
İsrail’in tüm isteklerini en fazla yerine getiren Amerikan başkanı olan Donald Trump’ın iktidarda olduğu dönem İsrail için şimdiye dek hayallerin gerçeğe dönüştüğü dönemdir demek yanlış olmaz. Yönetime geçer geçmez ilk icraatı Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmek olan Trump daha sonra Filistinlilere UNRWA (Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı) tarafından verilen yardımları tamamen durdurmuştur. ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması, FKÖ’nün Washington ofisinin kapatılması, Golan Tepeleri üzerinde İsrail’in egemenliğinin resmen tanınması, işgal altındaki bölgelerdeki yasadışı yerleşimleri yasal kabul etmesi gibi kararlar ve en nihayetinde Filistin’in fiili varlığını neredeyse yok sayan Yüzyılın Barış Planı Trump dönemi İsrail-Filistin meselesinin geldiği noktayı gözler önüne sermiştir. İki devletli çözüm seçeneğinin tamamen raftan kalktığı bu süreçte diğer Batılı ülkeler iki devletli çözümü desteklediklerini belirten tepkileri kınama içeren söylemlerden öteye geçememiştir. Hatta Trump’ın Kudüs kararı ile ilgili olarak Emmanuel Macron kararın yanlışlığını vurgulasa da kınamanın kendisine düşemeyeceği gibi bir yorumda bulunmuştur. Angela Merkel ise kararı kınasa da İsrail’le özel ilişkilerine zarar gelmemesi gibi bazı nedenlerden ötürü dikkatli davrandığı görülmüştür. İki devletli çözümü destekleyen İngiltere bu karar konusunda endişelerini dile getirmekten öte bir adım atmamıştır. Bu süreçte Batılı toplumların konu ile ilgili tepkileri aktivistlerin ya da halk protestolarının ötesine geçememiştir. BM ve AB’nin problemlerin çözümüne dair önerileri çözüm üretmekten uzak yetersiz girişimler olarak kalmıştır.
Barack Obama döneminde barışa dair atılan adımlar Filistin gerçeğini değiştirecek düzeyde olmak bir yana şiddet olayları tırmanarak devam etmiştir.
İsrail-Filistin meselesi Donald Trump’ın ardından yönetime gelen Joe Biden’ın dış politika önceliklerinden olmasa da kendisini Siyonist olarak tanımlayan Demokrat Partili başkan Trump döneminde atılan radikal adımları değiştirecek bir girişimde bulunmayacak gibi görünüyor. Siyasi hayatının ilk dönemlerinden itibaren İsrail’e yakınlığı ile bilinen Amerikan başkanı Biden’ın iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra İsrail’in yasadışı yerleşim politikaları yüzünden Filistin’in Şeyh Cerrah mahallesinde 2021 yılının Mayıs ayında başlayan olaylar daha sonra Mescid-i Aksa’da İsrail polisinin gençlere saldırması ile tırmanarak bir şiddet sarmalına dönüştü. İsrail hükümetinin provokatif ve saldırgan tutumu Türk hükümeti başta olmak üzere birçok ülke tarafından şiddetle kınanırken ABD ve Fransa gibi ülkelerin kınama yapmamaları bu meselede aldıkları pozisyonu gözler önüne serer nitelikteydi. Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerin acil toplantılarla süreci önlemeye yönelik adımları ise yetersiz kaldı. Bu süreçten itibaren İsrail ordusunun ve aşırılıkçıların işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da Filistinlilere yönelik şiddet eylemleri tırmanırken Hollanda, Amerika ve İngiltere’de bu saldırıların son bulması için protesto gösterileri düzenlendi. Amerikan medyası Mescid-i Aksa protestolarında yaşanan şiddeti “çatışma” olarak lanse ederken Almanya herhangi bir kınama mesajı yayınlamadı. AB Yüksek Temsilcisi Borrell, Harem-i Şerif ’te yaşananlara dair endişe duyduklarını dile getirirken tarafları eşit düzeyde değerlendiren ikircikli bir tutum takınmakla yetindi. Sonuç olarak İsrail’in Gazze’ye düzenlediği hava saldırılarında 66’sı çocuk 248 kişi hayatını kaybetti ve tüm bu süreçte Batı’dan gelen tepkilerde Demokrat Partili siyasetçiler ön plana çıkarken AB’nin ve BM’nin bu meseleyi çözme kapasitesinin olmadığı artık iyice netleşmiş oldu. Demokrat Partili Rashida Tlaib, Ilhan Omar, Alexandria Ocasio-Cortez gibi Temsilciler Meclisi üyeleri ve Senatör Bernie Sanders gibi siyasi aktörler Biden’ı İsrail’in hukuksuz uygulamaları ve kullandığı orantısız şiddet karşısında her fırsatta eleştirmekte. Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde bazı aktivistlerin ya da sanatçıların kınamaları dışında siyasi düzeyde herhangi bir adım atılmak bir yana İsrail’i destekleyen tavırlar sergilenmesi İsrail’in işlediği suçlar karşısında herhangi bir yaptırıma uğramayacağını aşikar etti ve Filistin halkı yaşadıkları zulmün son bulmayacağı çıplak gerçeği ile bir kez daha yüzleşti. Bu meselede Die Welt, BBC, AP(Associated Press), New York Times gibi medya organlarının işgali kınamak bir yana İsrail yanlısı tutum takındıkları görülmüş bulunmakla birlikte Amerikan medyasındaki İsrail taraftarlığı Yahudi lobilerinin medya ve siyasetteki etkinliğini de göstermekte. Hatta Amerikan medyasında Filistin’e destek yazıları yazanların nefret suçu soruşturmaları ile karşılaştığı bile görüldü. Bu süreçte Kanada ve ABD’nin İsrail’e silah satışlarının devam etmesi de meselede durdukları yeri gösterir mahiyette. Gelinen noktada İsrail’in ABD’ye özellikle ekonomik açıdan bağımlılığının gitgide azalmasıyla siyasi etki gücünün zayıfladığı da yapılan yorumlar arasında. İsrail’in Brezilya, Macaristan, Hindistan gibi ülkelerle yakınlaşması Siyonist işgal ve şiddet siyasetine tüm dünyadan yükselen tepkilere adeta sağır kalarak tüm hızıyla devam etmesi ileride işlenecek daha büyük insanlık suçlarının kanıtı gibi görünüyor. İsrail’in 1947’den bugüne hiçbir BM kararını tanımaması, uluslar arası toplumun tepkilerine kesinlikle kulak asmaması, Filistin halkının gördüğü zulümlerin son bulmasına dair umutları azaltıyor. İsrail’in son saldırıları neticesinde yüzlerce Filistinlinin hayatını kaybetmesi bir yana binlercesi yerlerinden edildi, okullar ve hastaneler zarar gördü, yıkımın ekonomik maliyetinin yaklaşık 600 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor ve Amerika’nın Filistin’e yapacağı 360 milyon dolarlık yardım sözünün yaraları sarmakta ne kadar etkili olacağı ise şimdilik meçhul.
Netanyahu’nun 12 yıllık iktidarından sonra başbakanlık koltuğuna oturan Naftali Bennet, Arap öldürmenin problem teşkil etmediğini düşünen bir zihniyete sahip ve Filistin’in varlığını reddediyor.
İsrail’de yapılan son parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yeni siyasi aktörlerin sahneye çıkması iki toplum arasındaki sorunların çözümü konusunda atılacak adımları da beraberinde getirecek. Benyamin Netanyahu’nun 12 yıllık iktidarının son bulmasıyla başbakanlık koltuğuna oturan Naftali Bennet Arap öldürmenin problem teşkil etmediğini düşünen bir zihniyete sahip ve Filistin’in varlığını reddediyor. Netanyahu’nun ardından iktidarın sahibi olan Bennet’in ilk icraatlarınden biri Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim birimlerine 33 binanın inşasını onaylamak oldu. İsrail’in işgal ettiği Batı Şeria’da 250’den fazla yerleşim biriminde 400 binden fazla Yahudi yerleşimci yaşıyor ve bu durum söz konusu bölgelerde yaşayan Filistinliler için hayatın gitgide zorlaşması anlamına gelmekte. Yasadışı yerleşimler konusunda Biden yönetimi endişelerini dile getirse de henüz somut bir adım atmış bulunmuyor. İngiltere ve Fransa da bu mesele karşısında yalnızca kınama bildiren mesajlar vermekle yetindi. İsrail’in göreve yeni başlayan cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog yaşanan son olaylar neticesinde Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile bir diyalog girişiminde bulunurken Biden ve Batı dünyasının ise bu diyaloga nasıl bir destek vereceğini ise ilerleyen dönemlerde göreceğiz.