İsrail Sorununa BM ve Diğer Uluslararası Kuruluşların Güncel Yaklaşımları
Haydar ORUÇ
İsrail, bağımsızlığını ilan ettiği 14 Mayıs 1948 tarihinden önce de başta Birleşmiş Milletler ve bağlı ajansları olmak üzere pek çok uluslararası kurum ve kuruluşun ajandasında önemli bir yer işgal etmiştir. Zira II. Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeninin omurgasını oluşturan BM, en önemli sınavını da İsrail-Filistin çatışmasının çözümlenmesine yönelik faaliyetlerde vermek durumunda kalmıştır. Pek çok çatışma bölgesindeki arabuluculuk faaliyetleri sayesinde kısmi de olsa başarı yakalayan BM, söz konusu İsrail olduğunda ise bu performansının gerisinde kalmıştır.
BM’nin bu meseleye dahil olması, 1922’den itibaren bölgenin manda idaresini üstlenen İngiltere’nin süreci yönetememesi nedeniyle BM’ye başvurarak, sorunun çözümlenmesini talep etmesiyle başlamıştır. 1947 tarihinde kabul edilen “181 Sayılı Taksim Planı”, günümüze kadar süregelen bu meselenin ortaya çıkmasına ve zaman içerisinde kemikleşmesinde merkezi bir rol oynamıştır.
Her ne kadar BM’nin İsrail sorunundaki pozisyonu genel olarak bir barışın sağlanmasına aracılık etmek olarak görülse de, hem haksız ve hukuksuz taksim planının kabul edilmesine göz yumulması hem de takip eden dönemde İsrail’in BM şartının aksine politikalarına rağmen ve de Filistinlilerin temsili olmadan üye devlet olarak kabul edilmesi sorunun artarak devam etmesine yol açmıştır. Dolayısıyla adeta sorunun bir parçası haline gelmiş olan BM’nin başlangıç ve güncel yaklaşımlarının sunulması, İsrail sorununun sefahatinin ortaya konulması bakımından önem taşımaktadır.
Ayrıca değişik biçimlerde ve farklı etki derecelerinde de olsa İsrail-Filistin çatışmasının ortaya çıkmasında veyahut bu çatışmanın çözümlenmesine yönelik girişimlerde karşımıza çıkan; Avrupa Birliği (AB), Arap Ligi, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİT), Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) gibi uluslararası örgütlerle son zamanlarda İsrail hakkındaki raporuyla dikkat çeken İnsan Hakları İzleme Örgütünün (HRW) de güncel yaklaşımlarının sunulmasının meselenin anlaşılmasında faydalı olacağı değerlendirilmektedir.
Bu sebeple öncelikle BM ve bağlı ajansların olmak üzere yukarıda zikredilen örgütlerin ve kuruluşların İsrail’e, İsrail-Filistin çatışmasına ve çatışmanın çözümlenmesine yönelik yaklaşımları bazı örnek olaylar ve kararlar üzerinden izah edilmeye çalışılacaktır. Böylelikle İsrail’in bu örgütler ve kuruluşlar nezdinde başlangıçta nasıl ele alındığı ve günümüze bu algıda nasıl bir değişiklik olduğunun ortaya konulması hedeflenmektedir.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM) VE İSRAİL
İnsanlığın II. Dünya Savaşının sebep olduğu yıkım ve felaketleri tekrar yaşamaması için 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler, kuruluş amacı ve ilkelerine yer verilen anlaşmasının ilk maddesinde, uluslararası barış ve güvenliği korumak için yapılması gerekenleri şu şekilde sıralamıştır. “Tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek.” Barış ve güvenliğe dair bu kuvvetli atıfa rağmen Filistinlilerin topraklarını işgal etmiş ve bu topraklar üzerinde kendi devletini ilan etmiş olması sebebiyle bölgenin yerleşikleri olan Araplarla savaşa tutuşmuş olan İsrail’in, nasıl olup da BM’ye üye olarak kabul edildiği ise cevabı en çok merak edilen sorulardan biridir.
Araplarla savaşa tutuşmuş olan İsrail’in, nasıl olup da BM’ye üye olarak kabul edildiği, cevabı en çok merak edilen sorulardan biridir.
Bu soruya verilecek en önemli cevap kuşkusuz Batı’nın Holokost suçluluğu ve anti-semitizmle yaftalanmak korkusu olacaktır. Zira Avrupa’nın göbeğinde cereyan eden olaylarda altı milyona yakın Yahudinin katledilmesi hem Yahudilerin Filistin topraklarında bir devlet kurmalarına imkân vermiş hem de kurulan bu devletin yeni uluslararası sisteme yani BM’ye alınmasını mümkün hale getirmiştir. Bunun yanı sıra İsrail’in 14 Mayıs 1948’de devletin ilanı olarak açıkladığı bağımsızlık bildirgesinde kullandığı dilin; demokrasi, özgürlük ve eşitlik ilkeleri bakımından dönemin çok ilerisinde bulunması da bu süreçte etkili olmuştur. Bu haliyle hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bilakis övgüyle bahsedeceği bu metin, İsrail’in BM’ye üye olmasının yolunu açmıştır.
Ayrıca o tarihlerde ortaya çıkan komünizm tehlikesi nedeniyle ABD’nin İsrail’i bölgede yakın bir müttefik ve hatta ileri karakol olarak görmesi, İsrail’in bir devlet olarak tanınmasını ve akabinde 23 Mart 1949’da da BM’ye kabul edilmesini kolaylaştırmıştır.
Ancak İsrail’in 1956 Süveyş Krizi’ndeki saldırgan tutumu ve 1967 Altı Gün Savaşı sonrası BM şartının aksine Filistin topraklarındaki işgalini genişletmesi, işgal altındaki Filistinlilere yönelik yaygın insan hakları ihlallerinde bulunması ve yer yer savaş suçları işlemesi nedeniyle, BM nezdinde mevcut kendisine yönelik sempatinin ortadan kalkarak daha tepkisel yaklaşılmasına yol açmıştır. Bu tepkisellik, 1973 Yom Kippur Savaşı sonrası Arap ülkeleri tarafından başlatılan petrol ambargosu ve Bağlantısızlar Hareketinin etkisiyle Arap coğrafyasındaki ülkelerin ortak hareket etme motivasyonlarıyla birleşince; İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören 242 (1967) ve 338 (1973) sayılı kararlardan sonra 1975 yılında BM Genel Kurulunda siyonizmin ırkçılık olduğuna dair kararın alınmasına yol açmıştır. İsrail’in 1980 yılında uluslararası hukuka aykırı olarak Kudüs’ü ebedi başkent olarak ilan etmesi üzerine bu kararı yok sayan 478 (1980) sayılı karar da BM’nin İsrail’e karşı tutumunu göstermesi bakımından önemlidir.
1975 yılında BM Genel Kurulunda Siyonizm’in ırkçılık olduğuna dair karar alınmıştır.
Bu dönem içerisinde BM’de İsrail aleyhine alınan muhtelif kararlarla birlikte, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını kullanarak bağımsız ve özgür bir devlet kurabilmelerini ve yerlerinden edildikleri topraklarına geri dönmelerinin sağlanması için Genel Kurul’un 10 Kasım 1975 tarihli ve 3376 sayılı kararı gereğince, Filistin Halkının Vazgeçilmez Haklarının Kullanılması Komitesi (CEIRPP) kurulmuştur. Bu komite 1991 yılındaki Madrid Konferansı ile başlayıp 1993’de Oslo’da imzalanan Prensipler Anlaşmasını memnuniyetle karşılamış ve Oslo Barış süreci olarak isimlendirilen dönemde önemli katkılar sağlamıştır. Ancak İsrail’in bu anlaşmayla belirlenen geçiş süreci sonunda ulaşılması planlanan nihai statünün belirlenmesine yönelik anlaşmadan imtina etmesi üzerine 2002 yılında; Ortadoğu’daki barış süreçlerini müzakere etmek, Filistinlilerin kendi devletlerini kurması ve kurulacak bu devletin ekonomik kalkınması ile kurumsallaşmasını sağlamak üzere; BM, AB, ABD ve Rusya’dan oluşan Ortadoğu Dörtlüsü (Middle East Quartet) teşekkül ettirilmiştir. BM Genel Sekreteri, iki devletli çözüm planı olarak isimlendirilen bu sürecin yol haritasını açıklamış ve bu süreci yönetmek üzere ilk özel temsilci görevlendirmesini yapmıştır (Ortadoğu Barış Süreci Özel Koordinatörü, (UNSCO)).
Ortadoğu Dörtlüsü’nün kurulmasıyla BM İsrail üzerindeki denetimini daha da kurumsallaştırmış olup özellikle Güvenlik Konseyi’nin İsrail ile ilgili aldığı kararların takibi bu yapı tarafından yerine getirilmiştir. Bu kapsamda; İsrail’in işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria sınırlarına duvar inşa etmesinin kınanması (ES-10/13), 2006’daki Hizbullah Savaşı’nda ateşkes sağlanması (1701) ve 2016 yılında İsrail’in mevcut BM kararlarına rağmen yeni Yahudi yerleşim yerlerinin derhal sonlandırılmasına yönelik (2334) kararlar BM’nin Ortadoğu barış sürecini yürütmesi için atadığı özel temsilci ve ekibi tarafından yönetilmiştir. Bahse konu temsilciler eliyle yürütülen süreçlerin genellikle İsrail’in uygulamalarından dolayı eleştirildiği veya kınandığı ancak bir türlü yaptırıma maruz bırakılmadığı görülmüştür. Bunlara ilave olarak dönemin ABD başkanı Trump’ın 6 Aralık 2017 tarihinde açıkladığı illegal Kudüs kararının da yok sayılmasına yönelik Genel Kurul’un 19 Aralık 2017 tarihinde aldığı (ES-10/L.22) karar da BM’nin İsrail karşısındaki tutumunu pekiştirmesi bakımından önemlidir. Zira bu olayda konu Güvenlik Konseyi gündemine getirilmiş ancak her zamanki gibi ABD’nin vetosuyla karşılaşılması nedeniyle Genel Kurul acil toplantıya çağrılarak, 128 kabul ve 9 ret oyuyla yukarıda bahsedilen karar alınmıştır.
Temsilciler eliyle yürütülen süreçlerde genellikle İsrail’in uygulamalarından dolayı eleştirildiği veya kınandığı ancak bir türlü yaptırıma maruz bırakılmadığı görülmüştür.
BM’nin İsrail ile ilgili olarak Genel Kurul veya Güvenlik Konseyi marifetiyle ortaya koyduğu tutum ve uygulamaların haricinde; İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR), Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu (UNESCO), Yakın Doğu Filistinlilere Yardım ve İş Ajansı (UNRWA) ve İnsani Yardım Koordinasyon Bürosu (OCHA) gibi bağlı ajansların da İsrail sorunu konusunda almış oldukları kararlar mevcuttur. Genel olarak BM’nin tutumuyla paralellik arz eden bu karar ve uygulamalardan kısaca bahsedilecektir.
a. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR)
İnsan Hakları Yüksek Komiserliği başta İsrail’in işgal altında tuttuğu Filistin toprakları olmak üzere İsrail’in değişik yerlerindeki ofisleri aracılığıyla, İsrail’in uluslararası anlaşmalardan ve hukuktan kaynaklanan sorumluluklarını denetlemekte ve Filistinlilerin maruz kaldıkları insan hakları ihlallerini raporlamaktadır. Bu kapsamda İsrailli, Filistinli veya üçüncü ülkeler adına faaliyet gösteren pek çok sivil toplum kuruluşu ile işbirliği yapmaktadır.
İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin son zamanlardaki en etkili icraatı İsrail’in işgal altında tuttuğu Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Golan bölgelerinde illegal olarak faaliyet gösteren şirketlerin yer aldığı bir kara liste hazırlaması olmuştur. Bu kapsamda sahadan gelen bilgiler doğrultusunda hazırlanan raporlar, yaptırım uygulanması için BM İnsan Hakları Konseyi’ne iletilmiş olup, konseydeki görüşmelerin ardından kabul edilen 20 Nisan 2016 tarihli ve HRC/RES/31/36 sayılı kararda şikâyete konu şirketlerin araştırılmasına ve tespit edilecek şirketlerin yayınlanacak kara listede yer alarak, yaptırıma tabi tutulmasına karar verilmiştir. Yapılan incelemeler sonucunda Konsey, 12 Şubat 2020 tarihinde aldığı HRC/43/71 sayılı karar ile 112 şirketi kara listeye aldığını açıklamıştır.
Bir diğer dikkat çekici gelişme ise 30 Mart 2018’de Gazze’deki Filistinliler tarafından başlatılan Büyük Dönüş Yürüyüşü’ne İsrail askerlerinin orantısız güç kullanarak karşılık vermesi ve bu esnada aralarında gazeteciler, sağlık görevlileri, engelliler ile kadın ve çocukların da bulunduğu yüzlerce Filistinlinin öldürülmesi veya yaralanması olaylarını araştırmak için bağımsız bir komisyon kurulmasına karar verilmesi olmuştur. İlgili komisyonun 25 Şubat 2019 tarihli raporuna istinaden yapılan değerlendirme sonucunda Konsey, 18 Mart 2019 tarihli ve HRC/40/CRP.2 sayılı kararı kabul etmiştir. Bu kararda İsrail’in sivilleri koruma sorumluluğunu yerine getirmediği ve orantısız güç kullanarak korumalı statüdeki kişilerin ölümlerine yol açtığı, İsrail ordusunun ilgililer hakkında gerekli soruşturmayı yapmadığı ve İsrail yargısının da bu konuda etkin soruşturma ve yargılama yapmadığı tespit edilmiştir. Sorumlular hakkında gerekli yargılamaların yapılması için İsrail makamlarına çağrıda bulunulan kararda ayrıca bazı fiillerin savaş suçu ve insanlığa karşı suç niteliğinde olması nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesinin yetkili olduğu belirtilmiş ve Filistin yönetiminin bu konuda başvuru hakkı olduğu vurgulanmıştır.
İnsan Hakları Konseyi’nin aleyhinde almış olduğu kararlara tepki gösteren İsrail, bu kararların yanlı olduğunu ileri sürerek Konsey’i politize olmakla suçlamış ve Konsey’den çekilmiştir. İsrail’in talebi üzerine ABD yönetimi de Konsey’i bu karar nedeniyle eleştirerek, Konsey’den çekildiğini ve bundan sonra Konseyi fonlamayacağını açıklamıştır. Konsey bu tepkilere rağmen çalışmalarına ara vermemiş ve İsrail’in insan haklarını raporlamaya ve imkânları dâhilinde yaptırım uygulanması için kararlar almaya devam etmiştir.
b. BM Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu (UNESCO)
UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Komitesinin 13 Ekim 2016 tarihindeki toplantısında 24’e karşı 6 oyla kabul ettiği 200 EX/25 sayılı kararda, Kudüs’ün eski şehir bölümünde bulunan Mescid-i Aksa bölgesinin Yahudilikle bir bağı olmadığı ve bu bölgenin Müslümanların kutsal mekânları olduğuna hükmedilmesi ve İsrail’in Mescid-i Aksa’nın altında sürdürdüğü izinsiz kazıların derhal sonlandırılmasının talep edilmesi üzerine İsrail ile UNESCO arasında kriz çıkmıştır. İsrail’in tarih anlatısında önemli bir yer tutan kutsal tapınak efsanesini yok sayan bu karar İsrail’de büyük tepkiyle karşılanmıştır. UNESCO’yu yanlı ve anti-semitist olmakla suçlayan İsrail, bu ajanstan ayrılarak alınan kararları tanımayacağını ve faaliyetlerine izin vermeyeceğini açıklamıştır. 31 Aralık 2018’den geçerli olarak UNESCO’dan ayrılan İsrail, UNESCO’nun bahse konu kararını iptal etmeye veya en azından yumuşatmaya çalışsa da bunu başaramamıştır. UNESCO üzerinde baskı kurmak için ABD de, İsrail’e karşı tutumu gerekçe göstererek UNESCO’dan ayrılmış ve sağladığı fonları kesmiştir. ABD’nin baskısına ve kurumdaki üst yönetici değişikliğine rağmen UNESCO’nun pozisyonunda bir değişiklik olmamış ve ilgili komite kararının arkasında durmuştur.
c. Yakın Doğu Filistinlilere Yardım ve İş Ajansı (UNRWA)
Filistinlilere Yardım Ajansı olarak da isimlendirilen UNRWA, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra İsrail’in Filistin topraklarını işgali nedeniyle yerlerinden edilen yaklaşık 700 bin Filistinlinin, yeniden kendi topraklarına dönene kadar bazı komşu ülkelerde (Ürdün, Lübnan ve Suriye) veya Filistin topraklarında kurulan muhtelif kamplarda barındırılarak; eğitim, sağlık, iş ve diğer ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla BM Genel Kurulu’nun 8 Aralık 1949 tarihli ve 302 sayılı kararıyla kurulmuştur. Günümüzde Gazze, Batı Şeria, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de konuşlandırılmış 58 kampta yaklaşık 5,5 milyon Filistinliye hizmet veren UNRWA, özellikle son birkaç yıldır İsrail’in hedef tahtasına oturtulmuştur.
İsrail’in UNRWA karşıtlığının temelinde zaten BM’nin mülteciler için kurulan (1950) Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) gibi bir kurumu varken UNRWA’ya gerek olmadığı iddiası bulunmaktadır. Bunun yanı sıra UNRWA’nın görev tanımının dışına çıkarak; özellikle Gazze’deki tesislerinde Hamas üyelerini sakladığı, okullarında İsrail’i düşmanlaştıran bir müfredata izin verdiği ve kendisine aktarılan fonların bazılarını uygunsuz bir şekilde Filistinlilere aktardığı şeklinde ithamlar da bulunmaktadır. Bu iddiaların hiçbiri kanıtlanamamış olmakla birlikte, Trump döneminde ABD’nin UNRWA’a aktarılan yardımları kesmesi nedeniyle kaynaklarının 1/3’ünün kaybeden kurum, büyük bir ekonomik problem yaşamasına rağmen bazı Arap ve Avrupa devletlerinin ilave yardımlarıyla hizmetlerini sürdürebilmiştir.
Hakkındaki asılsız iddialar nedeniyle sık sık kendisini savunmak durumunda kalan UNRWA, özellikle İsrail’in 2009, 2014 ve 2021’deki Gazze saldırılarında tesislerinin hedef alınması nedeniyle İsrail’e karşı tepki göstermiştir. 2009’daki saldırıda, yerleri İsrail tarafından bilinmesine rağmen Gazze’deki pek çoğu okul olan 53 UNRWA tesisisin zarar görmesi üzerine bizzat dönemin BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon Gazze’yi ziyaret etmiş ve ardından bir açıklama yaparak olayın soruşturulması ve sorumlular hakkında işlem yapılmasını talep etmiştir. İsrail’in 2014’deki Gazze saldırılarında da UNRWA tesislerinin hedef alınması ve hem UNRWA personelinin hem de buralara sığınmak zorunda kalan Gazzelilerin zarar görmesi üzerine bir açıklama yapan dönemin UNRWA direktörü Pierre Krähenbühl, İsrail’i kınayarak uluslararası hukuka uymaya çağırmıştır. Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesindeki bazı Filistinlilerin evlerinin tahliye edilmesine yönelik mahkeme kararı nedeniyle başlayan protestolar sonrası İsrail’in illegal bir şekilde Mescid-i Aksa’ya müdahale etmesine Hamas’ın Gazze’den roketlerle karşılık vermesi üzerine 10 Mayıs 2021’de başlayan son Gazze saldırısı sonrası bölgeyi ziyaret eden UNRWA direktörü Philippe Lazzarini, 27 Mayıs’ta BM Güvenlik Konseyi’nde bir konuşma yaparak konseyi mevcut durumla ilgili bilgilendirmiştir. Konuşmasında İsrail’in Şeyh Cerrah mahallesindeki hukuksuz tahliyelerinden ve insan hakları ihlallerinden bahseden Lazzarini, ayrıca İsrail’in Gazze saldırılarında UNRWA tesislerini de hedef aldığını belirterek, Konsey’den bu konuda gerekli adımları atmasını ve İsrail’in uluslararası hukuka riayet etmesinin sağlanmasını talep etmiştir.
OCHA, İsrail’in yıllara sari olarak yıktığı evleri, hukuksuz tutuklama ve alıkoymalarını, insan hakları ihlallerini periyodik olarak raporlamakta ve kamuoyunu bilgilendirmek için bunları yayınlamaktadır.
d. İnsani Yardım Koordinasyon Bürosu (OCHA)
1998 yılında BM’nin İnsani Yardım İşleri Departmanı’nın adı İnsani Yardım Koordinasyon Bürosu (OCHA) olarak değiştirilmiş ve 2002 yılında tesis edilen UNSCO ile koordineli olarak işgal altındaki Filistin topraklarında gerekli izleme/raporlama işlemleriyle insani yardım faaliyetlerini yürütmek üzere bölgede konuşlanmıştır. Bu tarihten itibaren başta Gazze olmak üzere doğu Kudüs ve Batı Şeria’nın bazı şehirlerindeki ofisleri aracılığıyla İsrail’in BM kararları ve diğer uluslararası hukuk kararları aleyhine uygulamalarını takip etmeye ve tespit ettiği olayları Güvenlik Konseyi’ne sunulmak üzere özel koordinatöre raporlamaya devam etmektedir. Ayrıca BM’nin bölgeye yönelik insani yardımlarını da koordine etmekte ve hak sahiplerine ulaştırmaya çalışmaktadır.
Yukarıda bahsedilen görevleri nedeniyle sık sık İsrail güvenlik güçlerinin engellemeleriyle karşılaşan OCHA, tüm zorluklara rağmen sahadaki çalışmaları sayesinde İsrail’in hukuksuzluğunu gözler önüne sermeyi sürdürmektedir. Bu kapsamda; İsrail’in yıllara sari olarak yıktığı evleri, hukuksuz tutuklama ve alıkoymalarını, insan hakları ihlallerini periyodik olarak raporlamakta ve kamuoyunu bilgilendirmek için bunları yayınlamaktadır.
AVRUPA BİRLİĞİ (AB) VE İSRAİL
AB, BM’den sonra İsrail-Filistin çatışmasında söz sahibi olan en etkili uluslararası teşekküllerden birisi olup, ABD’den sonra İsrail’in ikinci büyük ticaret ortağıdır. BM’de olduğu gibi AB’nin ilk dönemlerinde de İsrail’e karşı bir sempati olsa da zamanla İsrail’in kural tanımaz uygulamaları nedeniyle bu sempati yerini eleştirel bir duruşa bırakmıştır. İsrail’in 1980 yılında Kudüs’ü ebedi başkent olarak ilan etmesi üzerine Venedik’te toplanan dokuz ülke 13 Haziran 1980 tarihli Venedik Zirvesi Deklarasyonu’nu yayınlamıştır. AB ülkeleri bu deklarasyonda; İsrail’in Kudüs kararını kabul etmediklerini, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması gerektiğini ve İsrail’in BM kararlarına uygun olarak işgali sonlandırması gerektiğini açıklamışlardır.16 İsrail tarafından Filistin yanlısı olarak görülen bu deklarasyonun gereği yerine getirilmemiş ve AB ile İsrail arasındaki uzun erimli soğukluk başlamıştır. Bu sürecin devamında 2002 yılında Ortadoğu Dörtlüsüne dâhil edilen AB o tarihten itibaren iki devletli çözüme ulaşılması için çaba sarf etmiştir.
AB, çatışmanın barışçıl bir şekilde çözümlenmesi için taraflara eşit bir şekilde yaklaşmaya gayret etse de, özellikle İsrail’in BM kararlarına ve uluslararası insancıl hukuka aykırı şekilde sürdürdüğü işgale ve insan hakları ihlallerine her fırsatta karşı çıkmıştır. Topluluk içerisinde bazı ülkelerin İsrail ile görece daha yakın ve çok katmanlı ilişkileri bulunsa da, birlik olarak alınan kararlarda genel olarak İsrail’e karşı eleştirel bir yaklaşım bulunduğu görülmektedir.
Ancak İsrail’in ABD ile geliştirdiği özel ilişkinin bazı AB ülkeleri üzerindeki etkisi sebebiyle, İsrail’i eleştiren fakat ihlaller nedeniyle bir yaptırıma maruz bırakmayan bir politika izlendiğini de söylemek mümkündür. Bu politikanın en somut göstergesi ise 2006 yılında yapılan Filistin seçimlerinde Hamas’ın Gazze’de seçimleri kazanıp hükümet olmasını kabul etmeyen İsrail’in 2007 yılından beri sürdürdüğü Gazze ablukasına verilen zımni destek ve Hamas’ın İsrail’in talepleri doğrultusunda AB tarafından terör örgütü olarak kabul edilmesidir.18 Buna mukabil Filistin’in BM’deki temsilini destekleyen AB ülkeleri, 2012 yılında Filistin’in “üye olmayan gözlemci devlet” statüsünün BM’deki oylamasında kararsızlık göstermişlerdir.
Buna mukabil İsrail’in hem yürürlükteki BM kararları hem de Cenevre Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış olmasına rağmen işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında açtığı yerleşim yerlerine tepki olarak, buralarda üretilerek AB ülkelerine gönderilen ürünlere “yerleşim yerlerinde üretilmiştir” şeklinde etiket basılması zorunluluğu getirilmiştir. Bu uygulamanın İsrail ürünlerine karşı haksız rekabet yaratacağı ve Avrupalı tüketiciler üzerinde İsrail hakkında olumsuz bir etki yapacağını ileri süren İsrail uygulamanın iptali için Avrupa Adalet Divanına başvurmuştur. Ancak mahkeme yapılan değerlendirme sonunda etiket zorunluluğunun yerinde olduğuna hükmetmiş ve tüm üye ülkelere bu uygulamanın yerine getirilmesini tavsiye etmiştir.
AB, Trump’ın genel olarak Ortadoğu’ya barış getirmek ve özel olarak da İsrail-Filistin çatışmasını çözme iddiasıyla ortaya attığı ve 20 Ocak 2020 tarihinde açıklanan sözde Yüzyılın Planı’na mesafeli yaklaşarak, planda iki devletli çözümü imkânsız hale getirecek maddeler olduğu gerekçesiyle tam destek vermemiştir. Bununla yetinmeyen AB, İsrail hükümetinin açıkladığı işgal altındaki Batı Şeria topraklarını ilhak planına da sert tepki göstererek, İsrail hükümetini bu planın hayata geçirilmemesi, aksi takdirde İsrail’e karşı yaptırım uygulanacağı şeklinde uyarmıştır.
AB ile İsrail arasındaki en önemli anlaşmazlıklardan biri de BM’nin beş daimi üyesi ve Almanya (P5+1) ile İran arasında 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmadır. Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) olarak da isimlendirilen bu anlaşmaya başından beri karşı çıkan İsrail, tüm çabalarına rağmen Obama’yı kararından vazgeçirememiş ancak Trump’ın başkan seçilmesinden sonra yapmış olduğu yoğun lobi sayesinde ABD’nin 8 Haziran 2018’de anlaşmadan çekilmesini sağlamıştır. ABD’nin tek taraflı olarak çıkmasından sonra uygulanma imkânı kalmayan anlaşmaya bağlı kaldıklarını açıklayan AB ülkeleri (İngiltere, Fransa ve Almanya), İran’ın da anlaşmaya bağlı kalması için uğraş vermişlerdir. Nükleer Anlaşma ile İran’ın nükleer silah yapma kapasitesine erişeceğini ileri süren İsrail, bunu kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak algılamakta ve bu konuyu kırmızı çizgisi olarak görmektedir. Ancak AB ülkeleri bu anlaşmayı, İran’ı uluslararası sisteme entegre edecek yegane fırsat olarak görmekte ve bu anlaşmadan dolayı doğabilecek ekonomik fırsatları kaçırmak istememektedirler. Bu sebeple İsrail’in İran’a yönelik bir saldırı olasılığından rahatsız olmakta ve İsrail’i anlaşmayı sabote etmeye çalışmaktan vazgeçirmeye çalışmaktadırlar.
Nükleer Anlaşma ile İran’ın nükleer silah yapma kapasitesine erişeceğini ileri süren İsrail, bunu kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak algılamakta ve bu konuyu kırmızı çizgisi olarak görmektedir.
AB ile İsrail arasındaki bu gergin ajandaya rağmen özellikle Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon kaynakların Avrupa’ya transfer edilerek, enerjide Rusya’ya bağımlı olan kıta için kaynak çeşitliliği arttırılması konusunda yakın bir işbirliği bulunmaktadır. Bölgede faaliyet gösteren Avrupalı enerji şirketlerinin yanı sıra AB’nin ilgili kurumları da bölgeden Avrupa’ya uzanacak bir boru hattının yapılmasını da desteklemektedir. AB, bu kapsamda İsrail’in öncülüğünde ve bazı bölge ülkelerinin katılımıyla kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na destek vermiş olup, forumun kuruluşundan itibaren içinde yer alan iki AB üyesi Yunanistan ve GKRY’nin yanı sıra daha sonra Fransa’nın da katılmasıyla, forumda kuvvetli bir şekilde temsil edilmeye başlamıştır. AB enerji konusunu İsrail ile ilgili diğer konulardan ayrı tutmaya çalışmakta ve özellikle İsrail’e yönelik insan hakları ihlalleri kaynaklı olumsuz tavrının enerji işbirliğini etkilememesine gayret etmektedir.
ARAP LİGİ, İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLAT ILE KÖRFEZ İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI VE İSRAİL
a. Arap Ligi/Birliği
Bağımsız bir Filistin devleti kurulması mottosuyla 1944 yılında yayınlanan İskenderiye Protokolünün ardından 1945’te altı devletle kurulan Arap Ligi, taksim planına ve İsrail’in kuruluşuna itiraz etmiş ve Arap-İsrail savaşlarında aktif rol oynamıştır. İsrail’in yayılmasına engel olamayan Arap Ligi, Filistin Kurtuluş Hareketinin kurulmasına öncülük etmiş ve Filistinlilerin kendi devletlerini kurabilmeleri için her türlü siyasal ve ekonomik desteği sağlamıştır. 1967 Savaşı’ndan sonra toplanan Hartum Konferansı’nda “ İsrail’le barış yok, İsrail’i tanıma yok, onunla müzakere yok” şiarıyla bir karar alınmış ve İsrail karşıtlığı Arap milliyetçiliğinin bir meselesi yapmak ulusal görev addedilmiştir.
1973’teki petrol ambargosunda da etkin olan Arap Ligi, bu tarihten itibaren Arap milliyetçiliğinin etkisinin azalmasından sonra üyelerinin arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle etkisini ve kollektif gücünü yitirmiştir. ABD’nin arabuluculuğuyla 1979’de İsrail ile Mısır arasında imzalanan barış anlaşması birliğin yaşadığı en sarsıcı gelişme olmuştur. Böylelikle surda bir gedik açılmış ve zamanla bu gedik genişleyerek bugünkü haline gelmiştir. 1990’da Saddam liderliğindeki Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle 1991’de Birinci Körfez Harekatını gerçekleştiren ABD, kurtarıcı olarak bölgeye konuşlanmıştır. Bu süreçte Saddam’ı destekleyen Filistin, birliğin desteğinden mahrum kalmıştır. Yine de İsrail ile Filistin arasındaki Oslo Anlaşmalarına da destek veren birlik, 1994’te Ürdün’ün de İsrail ile barış anlaşması imzalamasından sonra başlangıç motivasyonundan tamamen uzaklaşmıştır.
2002 yılında Suudi Arabistan kralı II. Abdullah’ın sunduğu Arap Barış Planı ise, artık İsrail’in bazı şartları kabul etmesi halinde tanınabilecek kıvama geldiğini göstermiştir. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle bölgedeki kaosun fitili ateşlenmiş ve 2010’da başlayan Arap Baharı da bu sürecin sonunda gelmiştir. Arap Baharıyla birlikte bölgede başlayan dönüşümler Sunni Arap devletlerini İsrail ile daha da yakınlaştırmış ve dünün düşman kardeşleri, yükselen İran tehdidi karşısında aynı eksende yer alır hale gelmişlerdir.28 Ancak asıl dönüşüm Trump döneminde yaşanmış ve Irak, Suriye, Mısır, Libya, Yemen, Tunus ve Cezayir’deki yönetim değişikliklerinden dersler çıkaran Körfez ülkeleri, yönetimlerini sürdürebilmek için ABD’ye yaslanmaya çalışmışlar ve bunun için de İsrail ile yakın ilişkiler tesis etmişlerdir. İsrail ile kurulan ilişkilerin bir sonucu olarak Filistin davasından uzaklaşan bu ülkeler, Filistin yönetimini ve yakın komşularını da Trump’ın sözde barış planını kabul etmeye zorlayarak, bundan kendilerine fayda sağlamaya çalışmışlardır.
Arap Baharıyla birlikte bölgede başlayan dönüşümler Sunni Arap devletlerini İsrail ile daha da yakınlaştırmış ve dünün düşman kardeşleri, yükselen İran tehdidi karşısında aynı eksende yer alır hale gelmişlerdir
Yukarıda bahsedilen gelişmeler Arap Ligi’nin hüviyetinin geri dönülmez olarak değişmesine, artık Filistin meselesinin sırtlarında bir yük olarak görmelerine ve İsrail’in Mescid-i Aksa’ya müdahalelerini ve Filistinlilere yönelik şiddetini bile görmezden gelmelerine yol açmıştır. İsrail’in saldırılarını artık sadece matbu açıklamalarla geçiştiren birlik, Filistin’in sunduğu İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında imzalanan İbrahim Anlaşmasının kınanması yönündeki tasarıyı bile ret ederek, kendi varlık nedeniyle çelişir hale gelmiştir.
b. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)
İslam İşbirliği Teşkilatı, Mescid-i Aksa’ya 1969’da yapılan hain saldırı sonrasında Rabat’ta bir araya gelen Müslüman ülkelerin dışişleri bakanları tarafından “uluslararası barış ve uyumu teşvik etme ruhu içinde Müslüman dünyasının çıkarlarını korumak” amacıyla kurulmuştur. Halihazırda 57 üyeli olan teşkilat, BM’den sonra en fazla üyesi olan uluslararası örgüt durumundadır. Teşkilatın kuruluş amacına uygun olarak belirlediği önceliklerin başında Filistin ve Kudüs’ün statüsü gelmekte olup, bu konuyla ilgili çalışmaları koordine etmek için daimi bir komite bulunmaktadır. Teşkilat kurulduğu tarihten itibaren yürüttüğü ekonomik, sosyal ve kültürel içerikli projelerle, İsrail işgali altındaki Filistin topraklarını ve buralarda bulunan Müslümanlar için kutsal kabul edilen mekanların tarihi dokusunu korumaya ve yaşatmaya çalışmıştır. Filistin halkına sağladığı ekonomik desteklerle de onların İsrail işgalinden kurtulup kendi devletlerini kurma motivasyonlarını kaybetmemeleri için çaba sarf etmiştir. Bu haliyle diğer Müslüman örgütlere göre daha etkili ve başarılı olduğunu söylemek mümkündür.
Teşkilat, Filistin ve Kudüs hassasiyetinin bir göstergesi olarak Oslo Barış sürecini ve Arap Barış Planını da muhtemel bir Filistin devletine imkân sağlamasının ve kutsal mekânların Müslümanların kontrolünde olmasının öngörülmesi nedeniyle desteklemiş olup, özellikle Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye matuf Trump’ın Kudüs kararını ve akabindeki sözde Yüzyılın Barış Planı’nı ise kesin bir şekilde ret etmiştir. Ancak teşkilatının etkili üyelerinden olan BAE, Suudi Arabistan ve Mısır’ın Arap Ligi bahsinde izah edilmeye çalışılan sistemik dönüşümler nedeniyle Filistinlilere verdiği desteğin sekteye uğraması ve bu ülkelerin İsrail-ABD ekseninde kotarılan bazı planlara destek vermeleri sonucu teşkilatın bu konuda daha önce alınmış olan kararlarının arkasında durmadığı görülmüştür. Bu sürecin bir sonucu olarak, 2018 İstanbul Zirvesi’nde alınan kararlar gereği tüm üyelere Trump’ın Kudüs kararının peşine takılmamaları tavsiye edilmiş olmasına rağmen 15 Ağustos 2020’de ABD’nin himayesinde İsrail ile BAE ve Bahreyn arasında İbrahim Anlaşması imzalanmıştır. Dolayısıyla teşkilatın genel olarak Filistin ve Kudüs konusunda hassasiyeti olmasına rağmen bu konuda alınan kararlar üyeler tarafından uygulanmadığı için sadece kâğıt üzerinde kalmıştır.
c. Körfez İşbirliği Teşkilatı (KİT)
İran’da 1979’da gerçekleşen İslami devrimden sonra rejimin değişmesi ve yeni İran yönetiminin bölgeye yönelik rejim ihracı söylemleri nedeniyle Körfez’in altı Arap ülkesini bir araya getirmek için 1981 yılında kurulan Körfez İşbirliği Teşkilatı, daha ziyade ekonomik öncelikleri olan ve ilgili alanını sadece kendi üyeleriyle sınırlandıran bir örgüt hüviyetindedir. Ancak teşkilatın kurucularından olan ve Arap-İsrail savaşlarında da yer alan Suudi Arabistan’ın İsrail’e karşı hasmane tutumu, teşkilatın genel politikasındaki İsrail karşıtlığını pekiştirmiştir.
Bu kapsamda Suudi Arabistan öncülüğünde başlatılan 1973’teki petrol ambargosuna henüz iki yıl önce bağımsızlıklarına kavuşmuş olan diğer Körfez ülkeleri de katılmıştır. Hatta BAE’nin kurucu lideri Şeyh Zayed bin Sultan Al Nahyan verdiği bir röportajda, “İsrail’in yayılmacı Siyonist politikalarının başta doğal kaynak zengini devletler olmak üzere tüm Arap devletleri için tehdit oluşturduğunu ve hiçbir Arap devletinin düşman İsrail ile savaşmak konusunda sorumluluklarını yerine getirmeden güvende olamayacağını” ifade etmiştir.
KİT’nın İsrail karşısındaki tutumu diğer Arap örgütlerinde olduğu gibi 1990’lı yıllardan itibaren değişmeye başlamış ve 2002 yılındaki Arap Barış Planı ile şartların yerine getirilmesi karşılığında İsrail’i tanıyabilecek seviyeye gelmiştir. 1990’lı yıllarda Katar ve Umman’ın İsrail ile farklı şekillerde ilişkiler kurduğu gözlense de bu yönelimin teşkilat seviyesine ulaşması 2000’li yılları bulmuştur. Özellikle ABD’nin Irak’ın işgali sonrası bölgenin değişen jeopolitiğine adapte olmaya çalışan teşkilat üyeleri, 2010’da Arap Baharının ortaya çıkmasıyla hissettikleri varoluşsal tehditler nedeniyle ABD’den garantiler almak için İsrail’e daha yakın durmaya başlamışlardır.
2015’te imzalanan İran Nükleer anlaşması Körfez ülkeleriyle İsrail’i aynı tehdidi hissetmeleri nedeniyle neredeyse müttefik seviyesine getirmiştir.37 Trump’ın aşkın İsrail desteğiyle Körfez-İsrail ilişkileri maksimum seviyeye çıkmış ve ABD destekli planlar Arap Ligi ve İİT tarafından kabul görmeseler de KİT tarafından olumlu karşılanmıştır.38 Nihayetinde BAE ve Bahreyn’in katılımıyla imzalanan İbrahim anlaşması hayata geçirilmiş ancak Trump’ın seçimi kaybetmesiyle sonrasında bu sürece katılması beklenen Suudi Arabistan, Umman ve Katar gibi Körfez ülkeleri henüz bu konuda bir adım atmamıştır.
ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİ (UCM)
Savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçları soruşturup, sorumlularını yargılamak için 2002 yılında kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi, İsrail’in işgal altında tuttuğu Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı çevreleyen duvar inşa etmesi nedeniyle 2004 yılında ve İsrail askerlerinin Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan Mavi Marmara’ya uluslararası sularda müdahale edip 10 kişiyi şehit etmesi nedeniyle de 2010 yılında İsrail ile ilgili dosyalara bakmıştır. Ancak mahkemenin asıl İsrail dosyasını ele alması Filistin’in 13 Haziran 2014’de mahkemenin kurucu belgesi olan Roma Statüsü’nü kabul etmesi ve akabinde İsrail’in işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı işlemiş olduğu suçları mahkemeye şikâyet etmesiyle başlamıştır.
Filistin’in şimdiye kadar mahkemeye ilettiği şikâyet dosyalarında yer alan konulardan bazıları şunlardır; İsrail’in 2014 Gazze saldırısı, yeni açılan Yahudi yerleşim yerleri, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da yıkılan Filistinlilere ait evler ve zorla tahliye ettirilen mülkler, uzun idari tutukluluk ve gözaltı süreleri, keyfi tutuklamalar, 30 Mart 2018’de Gazze sınırında başlatılan Büyük Dönüş Yürüyüşüne İsrail askerlerinin orantısız müdahalesi ve onlarca Filistinliyi öldürüp yüzlercesini yaralaması, 14 Mayıs 2018 tarihinde benzer şekilde Gazze sınırında ABD’nin Kudüs’te elçilik açılışını protesto eden Filistinlilerin üzerine hedef gözetmeden ateş açılması ve onlarcasının şehit edilirken binlercesinin yaralanması ve son olarak Mayıs 2021’de Mescid-i Aksa’ya yapılan baskın, Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinlilerin evlerinden tahliye edilmek istenmesi ve Gazze’ye yönelik hava saldırısında yüksek katlı binaların hedef alınarak sivil zayiata sebep olunması.
İsnat olunan suçlar için mahkeme savcısı Fatou Bensouda Aralık 2019’da bir ön soruşturma başlatmış ve yapılan incelemeler sonucunda İsrail’in işlediği suçlardan, Filistin’in Roma Statüsüne tabi olduğu tarihten sonrasına tekabül edenler için dava açılabileceği kanaati oluşmuştur. Ancak İsrail’in itirazı üzerine savcı mahkemeye başvurarak, mahkemenin yargılama yetkisinin olup olmadığının tespit edilmesini talep etmiştir. Mahkeme 5 Şubat 2021 tarihinde açıkladığı kararda, işgal altında da olsa Filistin topraklarının yargılama yetkisinde olduğu ve Filistin’in şikâyetlerinin dava konusu yapılabileceği bildirilmiştir. İsrail bu kararı tanımadığını açıklayarak, mahkemenin soruşturma kapsamında talep etmiş olduğu savunmayı yapmaktan imtina etmiştir. Halihazırda re’sen devam eden soruşturmanın yakın zamanda dava boyutuna geçmesi ve İsrail’in işlediği suçlardan sorumlu olan komutanlar, genelkurmay başkanları, savunma bakanları ve başbakanların yargılanması beklenmektedir. Eğer yargılama gerçekleşirse, İsrail’in ilk defa işlediği suçlar nedeniyle yargılanması mümkün olabilecektir ki, bu durumda uluslararası hukukla yüzleşmesi söz konusu olacak ve muhatap olacağı yaptırımlar nedeniyle sürdürdüğü işgal politikası sekteye uğrayacaktır.
İNSAN HAKLARI İZLEME ÖRGÜTÜ (HRW)
1978’de New York’ta Helsinki Watch adıyla kurulan ve ilk zamanlarda Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki ayrılıkçı hareketleri takip eden İnsan Hakları İzleme Örgütü, 1990 yılında isim değiştirerek mevcut yapısına kavuşmuştur. Bu tarihten itibaren gerginlik veya çatışmaların yaşandığı 100’den fazla ülkede insan hakları ihlallerini takip ederek, raporlaştırmış ve başta BM olmak üzere ilgili kuruluşlardan sorumlular hakkında işlem yapılmasını talep etmiştir. Örgüt, 2004 yılından itibaren aktif olarak İsrail’in işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında izleme ve raporlama faaliyetlerini yürütmektedir. Örgütün çalışmalarından rahatsız olan İsrail, Boykot Yasasını gerekçe göstererek örgütün ülke direktörü olan Omar Shakir’i sınır dışı etmiştir. Örgütün 27 Nisan 2021 tarihinde yayınladığı “Eşik Aşıldı: İsrailli Yetkililer ve Apartheid ve Zulüm Suçları” başlıklı raporda, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı politikayı apartheid (ırkçı) olarak tanımlayarak, bu uygulamaların Uluslararası Ceza Mahkemesinin yetki alanına girdiğini ve gereğinin yapılması gerektiğini dünyaya duyurmuştur. Şimdiye kadar İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı insan hakları ihlallerine yönelik BM ajanslarından ve bazı sivil toplum örgütlerinden muhtelif raporlar yayınlanmış olsa da, HRW’nin son raporu hem en kapsamlısı hem de İsrail aleyhindeki en sert ve somut suçlamalara havi olanıdır.
Sonuç
İsrail, devletin kuruluş beyannamesi de olan bağımsızlık bildirgesinde; demokrasi, özgürlük, eşitlik ve insan hakları gibi döneminin çok ilerisinde bir dil kullanmıştır. Bu metinde kullanılan dilin sahada tam karşılığı olmamasına rağmen amaçlarına ulaşmak için takiyye yapan İsrail, bu sayede BM’ye kabul edilmiştir. İsrail’in BM’de ABD’nin de desteğiyle gördüğü sempati, 1967’den sonraki hukuk tanımaz uygulamaları nedeniyle zamanla yerini hayal kırıklığı ve öfkeye bırakmıştır. Zira Holokost nedeniyle sorumluluk hisseden Avrupa ülkeleri, bu nedenle verdikleri desteğin İsrail tarafından suiistimal edilmesi ve kendisi soykırıma uğrayan bir milletin başka bir millete zulüm yapmasından dolayı İsrail’e mesafeli yaklaşmaya başlamışlardır. Uluslararası kuruluşlarda Arapların da ortak hareket etmesi sayesinde İsrail karşıtlığı artmış ancak ABD’nin koşulsuz desteği yüzünden gerekli yaptırımlar hayata geçirilememiştir.
1990’lı yıllardan itibaren yaşanan sistemik değişimler ABD’yi tek kutuplu dünyanın süper gücü olarak ortaya çıkarmış ve bu durumdan en çok istifade eden yine İsrail olmuştur. BM gibi küresel bir aktörün yanı sıra Avrupa Birliği, NATO, Arap Ligi, İslam İşbirliği Teşkilatı, Körfez İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel organizasyonlarda da İsrail, ABD’nin kanatları altına girerek uluslararası hukuktan mahfuz bir statüde Filistinlilere yönelik işgal ve şiddet politikalarına devam etmiştir. Bu süreçte hem BM’de hem de diğer kuruluşlarda İsrail aleyhinde pek çok kınama kararı alınmış ancak bunların hiçbir yaptırımı olmamıştır. Bunun yanında ABD’nin bölge ülkelerine telkinleri doğrultusunda peyderpey maruz kaldığı izolasyonu da kıran İsrail’in tehdit algılaması da değişikliğe uğramıştır. Artık etrafındaki Arap ülkelerini değil de İran’ı ve vekillerini tehdit olarak gören İsrail, Filistinlilere yönelik işgal ve bundan kaynaklı şiddet politikalarından da vazgeçmemiştir.
Yukarıda zikredilen tüm kuruluşların/örgütlerin güncel İsrail yaklaşımda eleştirel bir ton olduğu fark edilecektir. Ancak özel olarak belirtmek gerekirse; Batı merkezli kuruluşların İsrail’in kuruluşundaki sempatiyi zamanla kaybettiğini fakat Ortadoğu merkezli Müslüman veya Arap menşeili kuruluşların ise İsrail’e yönelik başlangıçtaki düşmanlıklarından zamanla vazgeçerek daha yakın ilişkiler kurmaya gayret ettikleri görülmektedir. Bu değişimin sebepleri sorgulandığında ise karşımıza mevcut dünya siyaseti ve sistemik yapıdaki ABD’nin başat rolü çıkmaktadır. Zira ABD ile İsrail arasındaki özel ilişki, İsrail’e karşı diğer ülkelere yapıldığı gibi bir müdahaleye engel olmaktadır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin de benzer uygulamalar nedeniyle muhatap olduğu yaptırımlar ortadayken İsrail’in bundan çok daha fazla ırkçılık ve ayrımcılık uygulaması ve mevcut uluslararası hukuk kurallarına riayet etmemesi cezasız kalmakta ve bu durum İsrail’i bu politikaların devamı konusunda daha da cesaretlendirmektedir.
Trump’ın ABD başkanlığı döneminde, bizzat ABD eliyle uluslararası hukukun yok sayılarak garabet kararlara imza atılması sayesinde 70 yıllık hayallerine kavuşan İsrail’in, Biden yönetimince tekrar uluslararası hukuka saygı duyulacağının açıklanması ile demokrasi ve insan hakları gibi kavramların ihya edileceğinin belirtilmesi sonrası İsrail’in hesap vermesinin mümkün hale geleceğine dair beklenti artmıştır. Özellikle UCM’nde devam eden soruşturmanın davaya dönüşmesi halinde İsrail’in kuvvetle muhtemel bir yaptırımla karşılaşacağı ve bu kararın uluslararası toplum tarafından da desteklenmesiyle Güney Afrika örneğinde olduğu gibi İsrail’in radikal bir şekilde değişime uğrayacağı ve bu sayede Filistinlilerin de haklarının teslim edilmesinin söz konusu olabileceği öngörülmektedir. Bu sayede İsrail sorununun da ortadan kalkması ve bölgenin normalleşmesi mümkün olabilecektir.