15 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Şair ve Devlet

Doç. Dr. Adem POLAT

Yirminci yüzyıl, aydınlanma hesaplaşmalarının aşağı yukarı bitirilmesiyle, kutsalın yerine yasalın rasyonel tercihe yöneldiği bir devre kapı aralar. Yasa koyucu, uygulayıcı ve karar verici mekanizma insan değil; insanın boyun eğdirilmiş siyasî kanaatleridir. Arendt’ın şiddetin yüzyılı olarak nitelediği bu çağ, tarihsel devamın/zorunluluğun modern devlete geçerken yaşadığı sancıları dile getirmesi bakımından Marks’ın şiddetin tarihin ebesi olduğu yolundaki tarih fikrine üzücü numuneler ve siyasî örnekler sunmuştur. Modern iktidar algısı, böylelikle birçok farklı sorgulama tarzını önümüze koyar. Radikalleşen iktidar ve iktidara dâhil olma endişesi, kendini meşrulaştırıcı bir özne fikrinden yasal ‘biz’ tümeline yönelirken; acaba tarih-iktidar ve şiir ilişkisinde, 20. yüzyıl entelektüelinin trajedisini dillendirebilmek ve bunu Foucault-gil bir anti-temelciliğe bağlayabilmek mümkün mü? M. Foucault’nun cinselliğin tarihi, akıl hastaları ve hapishaneler üzerine yaptığı çalışmalar, iktidar olgusunu denetim ve kontrol çerçevesinde meşru katılımla gerçekleşmiş veya kurulmuş bir mekanizma olarak suçun cezalandırılma biçimiyle de ilişkili olduğu düşünülürse, suç bir ‘şey’e göre tanımlanmalı ve ceza belirli bir alıkoyma ya da şiddete olanak tanıyabilmelidir. Dolayısıyla ‘suç’un cezayı gerektirdiği durum, toplum-birey-entelekt arasındaki modern çağ etkileşiminde, bazı problemleri göz önüne almayı gerektirir. Bu bağlamda M. Foucault, suçun günahı değil; toplumsal olana yönelik zararı temsil ettiğini belirtir. Yani suçlu toplum düşmanıdır. Rousseau’nun toplumsal sözleşmesinin dışında kalan şey veya Montesquieu’nun yasal erke yönelik bölüştürmeden doğan gücün dışında kalan şey, toplumsal olanın karşısında yer alan alternatif kanaati temsil etmiştir. Denilebilir ki kanun şartları, tarihsellikle belirlenmiş bir mekanizmanın toplumsal sürdürülebilirlik alanı veya günümüzdeki anlamıyla demokrasi; kamusal alan ve insan hakları gibi yasal denetim altındaki özneye, ceza veya akıl-dışılık tehdidiyle yaptırım uygulayabilen bir mekanizmanın yirminci yüzyıldaki artık iyiden iyiye yerleşmiş bir iktidar olgusuyla belirlenmiştir. Modern Çağ’da askerî, okul ve hastaneye ilişkin yönetmelikler; bedenin işlemlerini denetlemeye ve düzenlemeye yönelik deney sonucu oluşturulmuş teknik-siyasal siciller, bir ‘nesne’ olarak bireyin üzerinde deneyim kurulması ve onun tanımlanması yönünde ‘itaatkâr bedenler’ söylemine ışık tutar. Çünkü modern iktidar söz konusu olduğunda, öteki olarak kavranan bir ferd değil, tanımlanmış ve kontrol altına alınmış birey söz konusudur. Bu bağlamda hapishane, hastane, atölye ve okul; insanı özgürleştiren ve ‘kâmil-insan’ olması yönünde bir araç değil, aksine birey üzerinde tahakküm kuran, onu alıklaştıran bir mekanizma işlevi görmektedir.

Modern Avrupa’da geliştirilen ‘iktidar’ ve ‘tahakküm’ biçimlerinin tarihsel incelemesi yapıldığında, Hristiyanlara-Pagan uygarlığına kadar götürebileceğimiz süreç göze çarpar. Öteki karşısında geliştirilen ‘barbar’ söylemi, Eski Yunan’dan beri karşılığını bulmuştur. Nietzsche’nin ifadesiyle; ‘Farklı düşünenlerden nefret etmek, farklı düşünenleri cezalandırma iradesi geliştirmek Hristiyanlara ait hasletlerdir. Modern Batı uygarlığının bu yönlü bir karşıtlık ilişkisi içerisinde olması, iktidarı özelinde meşruiyetini sağlamak adına geliştirdiği imgesel söylemlerdir. Batı-dışı, modernleşmiş ülkelerde de işletilen iktidar mekanizması aynı despotik yönelimin bir sonucudur.

İşte iktidarın sürekliliğini ilgilendiren bir mesele olarak M. Foucault’ya göre bireyin tehlikeli potansiyeli (bu potansiyel özgür eylem alanına gönderme yapar) iktidar ve ceza aygıtlarınca denetlenir. Belirli bir zaman kesitinde belirli bir mekânda ‘kapatılma’ yani hapishane ya da tımarhane, söz konusu iktidar odağının tarihin erken dönemlerinden beri suçlu-akıl hastası ayırt etmeksizin uygulanırken, on dokuzuncu yüzyılın başlarında bir kurumsal aygıt olarak hapishane doğmuştur. Bu durumu, ‘delilik’ olgusuyla da beraber düşünen Foucault, ‘kapatılma’yı büyük korku olarak çağın dehşet imgesi, kendi kendini dayatan ve kentlerin uzağındaki miskinhane değil; kentin karşısındaki cüzzam olarak görür. Hapishane, ceza sisteminin vazgeçilmez parçası olup dışarıdaki ve içerideki olgusunu da bu bağlamda akıl-akıl dışılık ve insan perspektifinde başka bir tartışma alanına doğru kaydırmıştır. Elbette sanatkârın da yolunu bu mekanizmanın çarklarıyla kesiştirmesi, yirminci asrın aynı zamanda iktidar-yasa-şiir ilişkisinde önemli bir durumdur. eylemi-yasa perspektifinde başka bir tartışma alanına doğru kaydırmıştır. Elbette sanatkârın da yolunu bu mekanizmanın çarklarıyla kesiştirmesi, yirminci asrın aynı zamanda iktidar-yasa-şiir ilişkisinde önemli bir durumdur.

Modern iktidar söz konusu olduğunda, öteki olarak kavranan bir ferd değil, tanımlanmış ve kontrol altına alınmış birey söz konusudur. Bu bağlamda hapishane, hastane, atölye ve okul; insanı özgürleştiren ve ‘kâmil-insan’ olması yönünde bir araç değil, aksine birey üzerinde tahakküm kuran, onu alıklaştıran bir mekanizma işlevi görmektedir.

Türk şiirinde, Necip Fazıl Kısakürek’in 1943-1961 yılları arasındaki mahkûmiyetleri dikkate alındığında şiir-iktidar ilişkisini M. Foucault’daki büyük kapatılma olgusuyla ve başka bir açıdan hapishaneyle ilişkilendirmek, yazınsallık bakımından önemli bazı ayrıntılar verebilir. Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiirinde söz konusu açıdan M. Foucault’nun özele indirilmeyen hapishane fikrinden hareketle şiir-iktidar ve ceza fikriyle nasıl ilişkili olduğuna yönelik bir sorunsallaştırma; sanatkârın yasal otorite karşısındaki yazınsal bilinçle devam eden tepkisini ya da politik düzenin reddi açısından bazı temel meseleler ortaya koymaktadır. Çünkü şiir dilindeki direnç, aynı zamanda üretim sahibi öznenin de arka planını ifade eder. İş gelip de insanî sorumluluktan çıkıp sisteme ve sistemin ihlaline yönelik illegal gerekçelere dayanan politik bir karşı çıkış paradigmasına dönüşünce; bir yerden sonra mahkûm edilen şiir mahkûm eden/alıkoyan ise duvarlar olmuştur.

Kapatılma, yasal iktidarın ceza aygıtı olarak bireylerin tüm yaşamlarını çevreleyen belli yaşamsal koşullara boyun eğmeye zorlanarak bağlandıkları ceza aygıtının caydırıcılığıdır. Bütün fertlerin iradesini kendi bünyesinde toplayan modern iktidar, ‘genel irade’yi temsil etmektedir. Nurettin Topçu’nun ifadesiyle; ‘Ferdin sosyal devlete hazırlanması, onun şahsiyetiyle hürriyetinin ilk yarayı almasına katkıda bulunur. Toplum ve bireyin refahı adına iktidarın kendinde topladığı irade, esasında bireyi tahakküm altına almanın yöntemidir. Birey adına karar veren, yaptırımda bulunan, bilkuvve ve bilfiil onun adına hareket eden bir iktidar mekanizması mevcut ise, iradeleri devlet tarafından devralınmış ve ‘modernlik hapishanesi’ne mahkûm edilmiş insan toplulukları karşımızdadır artık. Bu bağlamda M. Foucault bir disiplin uygulaması olarak hastanelerin, tımarhanelerin, öksüz yurtlarının ve fabrikaların sanayi ve kapitalist toplumun işleyişinde rol sahibi büyük bir toplumsal biçimin parçası olduğunu iddia eder. Bu, tamamen negatif bir dışlama şeklinde olmamakla beraber iktidarın izin verdiği biçimde içeride ve dışarıdaki eylem alanının, sınırlarının yine iktidar tarafından belirlenmesidir. Necip Fazıl da tıpkı diğer yirminci yüzyıl entelektüelinde olduğu gibi politik tavrın sonucu olarak birtakım meselelere karşı duyduğu rahatsızlığı gerek siyasî bir araç olarak kullandığı şiir/yazınsallıkla, gerekse aksiyon pratiğine alınmış eylem alanıyla iktidarın çatışma bölgesine girer. Çünkü toplum korunmalıdır. Nasıl ki bir akıl hastası, çevresel tehdit olmaması için tımarhaneye gönderiliyorsa şair de kitleleri yönlendirme potansiyelini kullanıp kalabalıkları harekete geçirebilme imkânına sahip olabilir. Octavia Paz’a göre söylemek gerekirse ‘ideolojilerle düşünce ve fikir olarak adlandırdığımız her şey bilincin en yüzeydeki katmanlarını oluştururken şiir varlığın en derin sularında yaşar. Şiir toplumun yaşayan dili, onun efsaneleri, düşleri ve derin arzuları, yani dilin en güçlü ve gizil eğilimleri tarafından beslenir. İşte ideoloji ve fikirlerin üst katmanındaki güçlü ve gizil eğilimler, iktidarın toplum adına tasarladığı her şeye açık bir tehdittir. Başka bir deyişle şairin dilinden korunması gereken, iktidarın sistematik olarak yerli yerine oturttuğu toplum düzenidir. Hapishane ve kapatılma direkt şiir dilini manipüle etmek için değil; sisteme boyun eğdirilmiş öznenin fenomen alanına yönelik bir sınırlandırma çabasıdır. Şaire tanınan dünya, duvarların arkasındaki kapatılma hissidir. Bu his Necip Fazıl’da şöyle dile gelir :

Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Necip Fazıl’da ceza niteliği açısından siyasî bir hüküm olarak görülen hapishane ve kapatılma, yine M. Foucault’ya göre ele aldığımızda iktidarın tümüyle özgürlüğü belirleme eğilimiyle ilişkili olduğu görülür. Şairin düşünme, konuşma, susma ve unutma düzleminde gidiş gelişleri, boyun eğmiş bir özne olarak hâlâ söylemek istediklerini muhafaza eder. Fakat şairin dışarı tarafından terk edildiği içerdeliğinde, Gaston Bachelard’ın içerisi ve dışarısı diyalektiğinde uzamı, korkunç bir dışardalık-içerdelik olarak görmesi bağlamında, içerde de sürdürülen dışardalığın yani alıkonulan dış dünyaya ait her şeyin kapatılmayla tetiklendiği görülür. Dolayısıyla dışarıdakinin merak edilişi, başka türlü söylemek gerekirse dışarıya ait umudun ve merakın sürdürülmesi, özgürlüğü yasal çerçevede kesintiye uğramış şairin, aynı zamanda akıl-akıldışılık diyalekt bölgesine olan yakınlık mesafesini de ilgilendirir. Bilakis kapatılma, ihlal edilmiş bir rasyonel buyruğun, kanunun ya da iktidar uygulamasının varlığına işaret ettiği için şair, fikirler, arzular ve hisler noktasında da damgalanmıştır. Yine M. Foucault’ya göre söylersek : ‘İnsanî varlıklar maddî tarihte sırra kadem basmazlar. Tam tersine, hakiki insanî tarih, bu şekilde anlaşılan tarihtir, çünkü onu inşa eden soyut metafizik özne değil, eylemlerinin maddî etkileşimi dâhilinde oluşturan maddî insanî varlıklardır. Sahneden çekilen şey gayr-i insanî özne ve onunla birlikte, Mutlak Özne’nin ilerleyen açılımı olarak totalleşen ve tarih-dışı Hegelci tarih vizyonudur. M. Foucault’nun insana yüklediği anlamın, tarihin de üstünde bir özne nosyonu olduğu farz edilirse, kapatılma olgusu da bu dünyada bireysel varoluşa yönelik bir zapt etme olarak algılanabilir. Zira kapatılma, öznenin, tarihin ve tarihe yön veren güçün/iktidarın uygulama alanından çıkarılmasına yönelik bir ceza biçimi şeklinde görülebilir. Mekanizma bir yolunu bularak kendi çizdiği yasal şartların aykırısında yer alan eylemi reddeder.

Birey adına karar veren, yaptırımda bulunan, bilkuvve ve bilf iil onun adına hareket eden bir iktidar mekanizması mevcut ise, iradeleri devlet tarafından devralınmış ve ‘modernlik hapishanesi’ne mahkûm edilmiş insan toplulukları karşımızdadır artık.

İnsanlar zindanda birer kemmiyet; Urbalarla kemik, mintanlarla et

Necip Fazıl’ın yukarıdaki dizelerinde geçen ‘kemmiyet’ sözcüğü dikkate değer bir açar ibaredir. Kemmiyet sayılabilen ve niceliksel olanı işaret ederek niteliği ortadan kaldırır. Bu bağlamda M. Foucault, hapishanenin direkt negatif bir dışlama biçimi olduğunu kabul etmez; fakat iktidara ortak insanların mutabakatıyla ceza ve disiplinin iktidar eliyle yapılmış bir tahakküm olarak değil de, ortak bir diyalog zemininde iktidara dâhil olup ortak eylemde bulunmakla açıklar. O hâlde Necip Fazıl’ın ‘kemmiyet’ olarak vurguladığı kapatılan özne/öznelerin iktidar mekanizmasında yer almaları mümkün olmayacağı için; sayılabilen ve kapatılan insan güruhu aynı zamanda toplumsal, politik ve tarihsel olanın dışına çıkarılmış farz edilebilir. Yine entelektüel bir tepkiyi ifade etmesi bakımından Necip Fazıl’daki ‘kemmiyet’ vurgusu, Attila İlhan’ın Duvar şiiriyle mukayese edildiğinde İlhan’ın şu dizeleri dikkat çekicidir.

Hapishane ve kapatılma direkt şiir dilini manipüle etmek için değil; sisteme boyun eğdirilmiş öznenin fenomen alanına yönelik bir sınırlandırma çabasıdır. Şaire tanınan dünya, duvarların arkasındaki kapatılma hissidir.

ya biz idam duvarıyız karşımızda çok adam öldürdüler onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık temelimiz kanla beslendi ama nedense hiç uzamadık öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil getirirler vururlar biz öyle dururuz yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil elimizden ne geldi de yapmadık ah öyle bakmayın utanırız utanırız kahroluruz.

Duvar hissizliği ve tepkisizliğiyle cezaya şahittir. Duvar sistemin şu ya da bu sebeple yaptığı insana dönük cezalandırmada, bir yerden sonra sivil itaatsizlik bile göstermekten aciz obje olarak, entelektüel tepkinin boyun eğdirilmiş, özne boyutundan dahi düşürülmüş, daha aşağı itilmiş bir edilgen durumudur.

Elbette duvar, disiplin ve cezanın metaforik bir başka boyutu ile ilgilidir. Duvar hissizliği ve tepkisizliğiyle cezaya şahittir. Duvar sistemin şu ya da bu sebeple yaptığı insana dönük cezalandırmada, bir yerden sonra sivil itaatsizlik bile göstermekten aciz obje olarak, entelektüel tepkinin boyun eğdirilmiş, özne boyutundan dahi düşürülmüş, daha aşağı itilmiş bir edilgen durumudur. Donukluğu ve eylemsizlik tarafıyla iktidarın aracı; M. Foucault’nun belirttiği aygıttır; tıpkı hapishanelerin ve hapishane duvarlarının varlığı gibi. İşte, tarihin dışına çıkarılma, isteyip de olaylara müdahale edemeyen bilincin Duvar şiirinde Attila İlhan’daki tepkisini, ıslah edici mekanizma açısından bireyin/öznenin tehlikeli potansiyelini bertaraf etmek noktasında anlaşır kılar. Yine Necip Fazıl’ın söz konu şiirinde geçen;

Duvar, katil duvar, yolumu biçtin! Kanla dolu sünger… Beynimi içtin!

hapsedilmenin veya dışarıdan gelen yasal buyruğun objesi olarak duvarın şair üzerindeki gerilimi artırıcı araçsal boyutuna gönderme yapar. Yasa ve yasa-dışılık, akıl ve akıl-dışılık kapanında, şair paralel olarak psikolojik dağılmanın da eşiğindedir. Duvar sadece içerisi ve dışarısı arasındaki fiziksel engeli temsil etmez. Duvar, aynı zamanda aklın, arzunun ve umudun tutsaklığında, öznenin kapatılmışlığının altında yatan nedenleri, kendi ontolojik yaşam alanını sorgulamasına kadar götürüşüyle ilişkili olabilir. Çünkü ortada suçlanacak birileri varsa bu, nesnesiyle direkt meşru ilişki kuran iktidarın yasal rutinleri değil; şairin dış dünyayla bağını kesen duvarlardır. Çile de işte bu duvarlar arasındaki ontolojik rahatsızlık hâlidir. Velev ki bu, bir hapishane ya da çilehane olsun…

Necip Fazıl’ın şiirindeki tarih-dışılık hissini uyandıran şu dizlere dikkat edilecek olursa;

(…) Dakika düşelim, senelik paydan! Zindanda dakika farksızdır aydan.

(…) Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz? Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

(…) Garip pencerecik, küçük, daracık; Dünyaya kapalı, Allaha açık.

şairin sınırlı insanî varlığa gönderme yaptığı ifadeler, olup bitenler karşısında esasen kapatılmanın veya kapalı kalmanın değil de iktidarın kontrolünde cereyan eden olaylara dâhil olamamanın ya da dışarıdaki toplumsallığa etki edemeyişin rahatsızlığıdır. Bilakis bir entelektüel olarak şairin dış dünyayla kurduğu bağın çoğu zaman âsî bir karakterden, dizginlenmez bir coşkunluktan geldiği varsayılırsa kapatılmanın veya hapishanenin sanatkârdaki iz düşümü daha da farklı bir hâl alabilir. Namık Kemal’in ‘Merkez-i hake atsalar da bizi/ Kürre-i arzı patlatır çıkarız.’ seslenişi, çağın konusu değişse de tarihin dışına atılmak istenen öznenin tepkisini, kolektif bir insan olgusuyla okumaya engel değildir. Dolayısıyla 20. yüzyılı aydınlanmayla beraber bir önceki yüzyıldan ayıran konu değişmemiş, aksine entelektüel gerilimi arttıran ve şair üzerindeki baskıyı iktidar üzerinden devam ettiren mekanizma; Necip Fazıl’daki kapatılma, hapsedilme olgusunu şiir dilinde dışarıdan gelecek çaresiz bir beklenti hâline getirmiştir.

Özellikle tarih-dışılık, iktidarın engellenemez nüfuz edişi bağlamında özne veya sanatkâr üzerinde nasıl bir Foucault tarzı nominalizme dönüşür? İktidardan kaçılabilir mi? İktidar, tarih-dışılığı belirlerken, aynı zamanda tarihi yapıcı bir unsur olarak aposteriori tecrübe alanında bulgularken; ideolojik, ekonomik ve siyasal pratikleri karmaşık bir strateji ağında ardı ardına sıralarken özneye ne kadar eylem alanı tanıyabilmiştir? Ve yine bir başka boyutuyla entelektin böyle bir mekanizma içinde herkesten farklı söyleme endişesi, özgürlüğe yönelik güvenlik referanslarını tarihe karşı nasıl dayanıklı hâle getirir? Özellikle iktidarı makro düzeyde ele alma söz konusu olduğunda özne için, Nietzsche’nin güç istencinden beri mikro düzeyde bir iktidardan söz etmek mümkün. Bu bağlamda her bireyin, hükmetme arzusunun metafizik açıdan cennetten dahi daha fazlası için kandırılan Hz. Âdem’in çıkarılışında olduğu gibi insana ait bir fıtrat meselesi olarak güçten ve kuvvetten düşmeye karşı duyulan, büyük korkudan kaynaklı bir ontolojik özellik taşıdığını iddia etmek zorlama olmaz. İşte özneye ait bu hükmetme arzusunun entelektüel için de daha kışkırtıcı bir egosantrizme dönüşmesinde bir sıra dışılık yoktur. Bilakis Necip Fazıl’ın şiirinin son kısmına dönersek, şairin;

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım : Davran ve boğuş!

Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

dizeleri, kapatılma ve içerdelik hissinin an itibariyle söz konusu olan öznenin boyun eğdirilme şartları ne olursa olsun, entelektüel bir tepki olarak mikro iktidarın kendi varlık farkındalığına yönelik hâle işaret eder. Şiirdeki eylem kipleri ‘boğuş-devin-sevin’, yarın duygusunu güçlendirebilecek bir ontolojik öykünme olarak kapatılmanın sonuçlarına ve o anki psikolojik arka planına yönelik bir sağaltma teklifidir. M. Foucault’nun iktidarın bizatihi özgür özneler üzerinde gücünü sağlamlaştırdığı fikrinden hareketle, Necip Fazıl’da direnç, aklî bir refleks neticesinde tarih-dışılık ve akıl-dışılık tehdidine karşı, mikro iktidarını sürdürmek isteyen sanatkârın apriori verili varoluş hâlidir. Bu sağlanamazsa, metalaşma ve şeyleşme, her insanî farklılık ve fark edilirlik için bir tehlike olarak belirir. Şeyleşme, siyasî anlamda da kanaatleri herkesleşmiş boyun eğdirilmiş özneye bağlanabilir ki var olan dünyanın normalliği veya metalaşmış tek tip insan varlığı, artık entelektüel bir rahatsızlık olmaktan çıkar. Aydınlanmanın ayağa kaldırdığını iddia ettiği insan, acaba herkesleşmeyle toplumsal olgunun güvenliği için zincire mi vurulmuştur?

SONUÇ

20. yüzyıla damgasını vuran siyasî gelişmeler ve modern devletin ortaya çıkışı, yasanın epistemolojik sınır taşlarını belirlerken, bireyin toplumsallık içinde özgürlüğünü ve iktidar karşısındaki pozisyonunu da sorgulanır hâle getirmiştir. Dolayısıyla yüzyılın şartlarını en fazla içselleştiren veya aklî melekelerle sorgulayan entelektüeller ve sanatkârlar için de bu, ayrıca tartışılmaya değerdir. Çünkü 20. yüzyıl, düşünsel çoğalmanın ceza ile sıklıkla yan yana geldiği bir yüzyıldır. Bu bakımdan iktidarın, olgu değeri olarak M. Foucault’nun anti-temelci fikirleriyle nitelenen, kapatılmanın/hapishanenin araçsal/aygıtsal fonksiyonu, söz konusu yüzyılın entelektüelinde olduğu gibi Necip Fazıl’ın üzerinde de bir gerilim boyutunu açığa çıkarır. İşte özne olarak şairin de ‘kapatılma’ karşısında dile getirdiği tepki, modern zamanın şair üzerindeki etkisinin ne tür bir iktidar problemine dönüştüğünü ve duyulan rahatsızlığı dile getirir.

Whatsapp Whatsapp