Küresel Güç Dönüşümü Ve Türkiye’nin Rolü
Prof. Dr. Birol AKGÜN
Siyasete, ekonomiye ve toplumsal konulara ilgi duyan herkesin son on yıldır sıkça duyduğu tartışmaların başında küresel sistemin nereye doğru evirildiği ve kaçınılmaz değişim sürecinin büyük güçler arası ilişkileri ve Türkiye’yi nasıl etkileyeceği gelmektedir. Batı dünyasının güç merkezlerinde patlak veren 2008 finansal kriziyle başlayan tartışma, Kovid-19 pandemisinin yarattığı insani krizi yönetmede sergilenen başarısızlıklar bağlamında giderek derinleşmiştir. Üstelik Çin, Türkiye ve Güney Kore gibi uluslararası sistemde yükselen güçlerin salgın sürecini yönetmedeki başarıları, Batı dünyasının küresel imajını da ciddi biçimde sarsmıştır. Bazı siyasi liderlerce dile getirilen “hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak” şeklindeki iddialı cümleler abartılı olsa da gerçek olan şey, dünyanın son otuz yılına damgasını vuran küreselleşme sürecinin belirlediği ekonomi-politik güç dengelerinin köklü biçimde sarsıldığı ve uluslararası sistemin geleceğine ilişkin belirsizliklerin giderek arttığıdır. Tarihteki büyük güçler arasındaki güç değişimlerini inceleyen Paul Kennedy gibi ekonomi-politikçiler genelde güç kaymalarını ülkelerin ekonomik büyüme hızlarındaki eşitsizliklerle açıklama eğilimindedirler. Bununla birlikte büyük savaşların veya tahrip edici doğal felaketlerin de bu tür jeopolitik güç kaymalarını hızlandırdığına hiç şüphe yok. Kaldı ki İbn Haldun gibi düşünürler esasen gücün el değiştirmesini ve devletlerin belli periyotlarla yükseliş ve düşüşlerini tarihin doğal seyri olarak görürler.
Entelektüeller, akademisyenler ve iş başındaki siyasi liderler için önemli olan şey ise, içinde yaşadığımız tarihsel geçiş anlarını zamanında fark edip doğru okuyarak, toplum ve devlet hayatına sağlıklı biçimde yön vermektir. Zira bu tür geçiş dönemlerinin ekonomi-politik şartları, devlet hayatı açısından önemli riskler barındırdıkları kadar, beraberlerinde milletlerin tarihsel bir sıçrama yapmasına yardımcı olacak pek çok imkân ve fırsatı da taşırlar. Riskleri göz ardı etmeyecek bir ihtiyatlılık ile tarihin önümüze serdiği fırsatlardan en ziyade istifade etmeyi sağlayacak bir cesaret ve güçlü bir liderlik, bu süreçte belirleyici olacaktır.
BÜYÜK DEĞIŞIMI OKUMAK
TIME dergisinin 2 Kasım 2020 tarihli sayısı, “The Great Reset” yani “Küresel Sıfırlama” başlığıyla çıktı. Her yıl batı dünyasının siyasi liderlerini, iş alemini ve entelektüellerini dünyanın geleceğini tartışmak üzere Davos’ta bir araya getiren Dünya Ekonomik Forumu, 2020 Ocağında liberalizmin dönüşümü için “sorumlu ve paylaşımcı kapitalizm” (stakeholder capitalism) konseptini tartışırken, pandemi sürecinin ortasında, 2021 Ocak ayında gerçekleşecek olan oturumların ana gündemi ise “Büyük Sıfırlama” (The Great Reset) olarak belirlendi. Bu kavram ile Kovid-19 pandemisinin uluslararası politikada köklü değişiklikleri de beraberinde getirdiği, kapitalizmin yeniden dizayn edilerek yeni ve daha makul bir ekonomik sisteminin kurgulanması gerektiği ve küresel ölçekte her alanda “yeni” bir başlangıç yapılmasına ilişkin güçlü bir beklenti ifade edilmektedir. Yeni döneme ilişkin “yeni normallere” dair düşünceler büyük sıfırlamanın temelini oluşturmaktadır. Bu yeni başlangıcın uluslararası politikaya yansıması ise “uluslararası sistemin değişimi ve dönüşümü” olarak gerçekleşmektedir.
Gerçekten de bugün uluslararası ilişkilerde ve günlük siyasette yeni normaller tartışılmaktadır. Teknolojik gelişmelerin ve pandeminin toplumsal hayata, kamusal hayata ve uluslararası sisteme etkileri önümüzdeki on yıllık dönemde de tartışılmaya devam edecektir. Tam da bu nedenle Henry Kissinger gibi düşünürler ısrarla bizleri “Dünya Düzeni” üzerine düşünmeye davet ederken, günümüz siyasi liderlerinin en büyük zorluğunun ve tarihsel sınamasının, içinden geçtiğimiz kaotik dünyada geleceğe yönelik “yeni bir düzen” inşa etmek ve bunu kalıcı hale getirmek olduğunu belirtmektedirler.
17. yüzyıl Avrupa’sında doğan Westphalia düzeni, Çin’in felsefi temelli imparatorluk düzeni, İslâm’ın dinî referanslı düzeni ve ABD’nin demokratik idealizm temelli düzeni klasik düzen örnekleri olarak ve rilir. Kissinger bütün bu düzenleri inceleyerek uluslararası düzenin ve düzensizliğin kökenlerini anlamaya çalışmış; farklı beklentiler, ideolojik kamplaşmalar ve beklenmeyen koşullar altında uluslararası bir düzenin nasıl kurulacağına dair görüşlerini açıklamıştır. Soğuk Savaş dönemi ve sonrası ABD hegemonyasının yerleşik hale gelmesinde önemli payı bulunan Kissinger’in görüşleri, bugünü anlamak bakımdan oldukça mühimdir. Ancak yeni bir küresel sistem kurmak ve bu sistemin kalıcı olması kısa vadede ne kadar mümkün olur? Bu konuda tahminde bulunmak ise oldukça zordur.
Riskleri göz ardı etmeyecek bir ihtiyatlılık ile tarihin önümüze serdiği fırsatlardan en ziyade istifade etmeyi sağlayacak bir cesaret ve güçlü bir liderlik, bu süreçte belirleyici olacaktır.
Dünya siyasi tarihine bakıldığında başarısız pek çok dönüşüm tecrübesi mevcuttur. Örneğin, SSCB’nin son dönemlerinde devlet başkanı olan Gorbaçov, ülkesinin ABD ile giriştiği silahlanma yarışında geride kalınca, SSCB’nin yeniden güçlenmesi amacıyla köklü reformlara girişmiştir. Gorbaçov 1986’da ilan ettiği “Glastnost ve Perestroyka” yani şeffaflık ve yeniden yapılanma politikaları ile SSCB’nin âtıl işleyişini tadil ederek ekonomik verimliliğini artırmayı hedeflemişti. Böylece sosyalizmden vazgeçmeden sosyalizmi yeniden inşa etmeyi amaçlıyordu. Ancak şeffaflık ve yeniden yapılanma politikalarının SSCB düzeninin kökenlerinde karşılığı olmayınca, Soğuk Savaşın kızıl süper gücü üç yılda çöktü. Böylece ABD hegemonyasının tescil edildiği tek kutuplu uluslararası sistem başlamış oldu. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” olarak adlandırdığı ve liberal düzenin mutlak galibiyetinin ilan edildiği bu dönem, batı bloğu açısından ABD’nin yani liberal ekonomik düzenin dünya geneline hâkim olmasını ifade ediyordu ve SSCB sonrasında Çin’in yükselişine de pek ihtimal verilmiyordu.
Aslına bakılırsa, Soğuk Savaş döneminde, 1970’lerle birlikte başlayan neoliberal küreselleşmenin sağlamış olduğu serbest ticaret, ulaşım ve teknolojik gelişmeden sadece Batı ittifakı istifade etmemiştir. Çin gibi Batı dışı güçler de her ne kadar liberal düzen karşıtı olsalar da küreselleşmenin imkânlarını ziyadesiyle kullandılar. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra 2001’e kadar mutlak bir ABD hegemonyası yaşanmış olsa da Çin, 1980’lerden itibaren neoliberal düzenin işleyiş kodlarını çözmüş ve “barışçıl kalkınma” stratejisi çerçevesinde kendi sosyalizmini “piyasa sosyalizmine” dönüştürerek birkaç on yılda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü haline gelmeyi başarmıştır. Ardından ise ABD’nin en büyük stratejik rakibi olarak, küresel yönetim sürecinde, gücüyle orantılı söz sahibi olma mücadelesine girişmiştir. Bugünkü küresel jeopolitik dengeleri bozan ve uluslararası ilişkileri sistemik olarak belirsizliğe ve kaosa sokan temel dinamik, Çin’in yükselişi ve pay alma arayışıdır. Ama pay isteyenler sadece Çin’den ibaret olmayıp içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu ve pek çoğu G20 gibi gevşek küresel platformlarda temsil edilen bir düzine diğer Batı-dışı yeni güç merkezi de sesini yükseltmeye başlamıştır.
Çin, 1980’lerden itibaren neoliberal düzenin işleyiş kodlarını çözmüş ve “barışçıl kalkınma” stratejisi çerçevesinde kendi sosyalizmini “piyasa sosyalizmine” dönüştürerek birkaç on yılda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü haline gelmeyi başarmıştır.
KÜRESEL GÜÇ KAYMASI
Yeni yükselen güçlerin katılımıyla küresel güç havuzu giderek çeşitlenmektedir. Böylece Batı merkezli neoliberal düzen 2000 sonrasında Batı’nın kontrolünden çıkmaya başlamıştır. Esasen 2008 mali krizi bir nedenden çok, uzun bir sürecin doğal sonucudur ve son on yılda da dünya ekonomik gücünün parçalanmasının tetiklediği jeopolitik yeniden yapılanma süreci yaşanmaktadır. Artık Batı siyasi elitleri kendi elleriyle kurmuş oldukları sistemi kontrol edememeye başlamış, Çin gibi Batı-dışı güçler bu sistemin dinamiklerini kendi çıkarlarıyla uyumlaştırarak kontrol etmeye başlamışlardır. Bugün, Batı siyasi elitleri kurmuş oldukları mevcut uluslararası düzeni sürdürebilme imkânlarının kalmadığını kabullenerek, yeniden yapılanmanın kaçınılmaz olduğunu yüksek sesle ifade etmektedirler. TIME dergisinin “Küresel Sıfırlama” kapağı bu bağlamda oldukça manidardır.
Soğuk Savaşın mutlak galibi olarak tek kutuplu sistemin öncüsü ABD de bu dönüşüme engel olamamıştır. ABD’nin “Süper Güç” dönemlerinin yönetici elitleri de değişmeye başlamış, ilk kez bir siyahi lider 2008 krizi sonrasında ABD Başkanı olmuştur. Obama gerek ABD iç siyasetinde gerek ABD’nin küresel sistemin işleyişine bakışındaki radikal dönüşüm anlamında farklı bir politika izlemiştir. Trump dönemi ABD politikalarını da Obama döneminin biraz da popülist bir dil ve daha radikal yöntemlerle devamı olarak görmek gerekir. Esasen Trump’ın ABD başkanı olması, küresel düzenin artık sürdürülemez olduğunun Amerikan halkınca kabulüdür ve bir sebepten ziyade sonuçtur.
Bu süreci Fareed Zakaria’nın “Amerika Sonrası Dünya” (The Post-American World) kitabından okumak faydalı olacaktır. Çünkü Obama da adaylık sürecinde kitlelerin karşısına bu kitapla çıkmıştır. Zakaria kitabında, ABD’nin dünya çapında liberal demokrasiyi en uç seviyelere getirdiğini, diğer ülkelerin ABD’nin bu başarısı ve gayreti ile ekonomik, endüstriyel ve kültürel açılardan ABD ile rekabet edebilecek kadar güçlenebildiğini; ABD’nin de dünyanın geri kalanında yaşanan bu büyüme sayesinde daha da güçlü hale geldiğini, ABD ve diğer ülkelerin kazan-kazan sürecinden istifade ettiğini ifade etmiştir. Çin, Rusya ve diğer ülkelerin yükselişlerine engel olamayan ABD, en azından kendi “katkısını” ifade ederek geri çekilişini ilan etmiştir. Siyasi literatürde Obama dış politikasının özeti “küresel geri çekilme” (Global Retreat) olarak adlandırılır. Trump dönemi ise “milliyetçi Amerika’nın” yükselişi ve maverik bir lider eliyle ABD’nin dünyanın geri kalanlarıyla ilişkilerinin yeniden ayarlanmaya çalışıldığı (recalibrate/rekalibrasyon) bir dönem olarak geçecektir. ABD’nin küresel sistemin “düzenleyicisi” rolünden çekildiğini gösteren önemli olaylardan birkaçına örnek olarak, Çin ile yapılan korumacı ticari antlaşmalar, Kyoto protokolünden çekilme, AB ve NATO ile girilen restleşme, küresel sağlık sistemine yönelik muhalif tutum gösterilebilir. ABD artık bir küresel güç olmaktan ziyade, kendi ulusal çıkarlarına odaklanmış ve millî politikalar yürütmeye başlamıştır.
Türkiye’nin de bulunduğu ve pek çoğu G20 gibi gevşek küresel platformlarda temsil edilen bir düzine diğer Batıdışı yeni güç merkezi sesini yükseltmeye başlamıştır.
ABD liderliğinde kurulan BM sisteminin IMF ve Dünya Bankası gibi kurumları, eskisi gibi efektif işlememekte, sistemin temel sütunları yeni küresel dengeleri taşıyamamakta, sistem bir bütün olarak eski meşruiyetini sağlayamamaktadır. Bütün bu süreçte ABD eskisi kadar güçlü olamamakta, önemli bir güç kaybı yaşamakta; ancak karşısında da Çin, mutlak galibiyetini ilan edememektedir. Yükselen güçlerin kurduğu BRICS gibi yeni oluşumlar bugün henüz küresel siyasi boşluğu dolduramamakta; eskinin yavaş yavaş öldüğü ama yeninin de henüz gücünü ispat edemediği “küresel güç kayması” (power transition) döneminin kaotik şartları yaşanmaktadır. Burada, Soğuk Savaş sonrası dönemdeki gibi yeni bir küresel yönetim mimarisinin dizaynına ilişkin bir geçiş döneminden söz edilebilir. Zenginliğin, üretimin, ticaretin, teknolojinin ve hatta fikirler anlamında yeni ilham kaynaklarının çeşitlendiği, Batının her alanda tekelinin kırıldığı bir dünya gerçekliği ile karşı karşıyayız.
Bu kaos döneminde, sistemi kuran Batılı statüko güçleri henüz tam anlamıyla eski düzenin bittiği fikrini içselleştirebilmiş değillerdir. Siyasi elitler ve halk kitleleri zaman zaman eski dönemin restorasyonu ile yeni şartlara gönüllüce uyum arasında gelgitler yaşamaktadırlar. Son ABD seçimlerindeki Trump ve Biden arasındaki kıyasıya yarış ve toplumsal tabandaki aşırı kutuplaşmayı bu gözle değerlendirmek gerekir. Seçimi kıl payı oylarla kim kazanırsa kazansın oluşan derin toplumsal yarılmanın tamiri kolay olmayacaktır.
İÇ İÇE GEÇMİŞ DÖRT KRİZ
Uluslararası toplum, yukarıda kısaca ifade edilen uluslararası sistemde yaşanan değişim sancısı ve güç kaymasının yol açtığı dört temel krizle yüzleşmektedir.
Birinci kriz, uluslararası ekonomi-politik güç ilişkilerindeki değişimdir. ABD, dünya GSMH’de hâlâ lider konumda olsa da, payı her geçen gün görece azalmaktadır ve bu durum ABD’yi uluslararası ticari ilişkilerinde daha korumacı bir politikaya itmektedir. Trump döneminde yaşanan Çin’in Huawei şirketi ve 5G teknolojisi etrafındaki tartışmalar bunun açık bir tezahürüdür ve teknolojik üstünlüğünü kaybeden ABD’nin politik yollarla kendisini koruma arayışından kaynaklanmaktadır. Önümüzdeki dönemde sıklıkla benzer krizlerin yaşanması olasılığı hayli yüksektir.
İkinci kriz, küresel yönetişim krizidir. BM sisteminin en önemli sütunu uluslararası iş birliğidir ve bu iş birliğinin kurumsal yapıları da BM gibi uluslararası örgütlerdir. Ancak günümüzde uluslararası örgütlere olan destek ve inançta ciddi kayıplar yaşandığı gözlenmektedir. Küresel güç rekabetlerinin arttığı bir dönemde yaşanan bölgesel çatışmaları (Suriye, Libya gibi) engellemekte etkisiz kalan BMGK ve NATO; Suriye kaynaklı mülteci krizini dahi yönetemeyen, bununla birlikte mültecilere karşı gayri-insani müdahalelerde bulunan ve yaşanan küresel ekonomik krizlerde de tamamen etkisiz kalan AB; Kovid-19 pandemisinde krizi yönetemeyen Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve daha pek çok uluslararası örgüt, kendilerine en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda gereken refleksi gösteremedikleri için bugün ciddi bir meşruiyet krizi yaşamaktadırlar. Liberal uluslararası düzenin en etkili argümanı olan bu uluslararası kuruluşların giderek işlevsizleşmesi bir domino etkisi ile bütün küresel sistemi ya ‘felçe etmekte’ ya da ‘mefluç hale getirmekte’ ve topyekûn bir küresel yönetişim krizine sebep olmaktadır.
Üçüncü kriz, küreselleşmenin üzerine oturduğu ekonomik ve liberal normlar ve değerlere yönelik güven erimesidir. 2008 küresel ekonomik krizinde ABD’nin ve AB’nin liberal değerleri bir kenara bırakarak pek çok büyük şirketi devletleştirdikleri görüldü. Liberalizmin kalbi sayılan ülkeler, devlet müdahalesinden ayrı konumlandırdıkları ekonomiyi, bizzat devletin yönetimine ve merhametine bıraktılar. Liberal değerlerin bizzat kurucu devletler tarafından ihlal edilmesi, liberal kurumlara ve değerlere yönelik ciddi bir güven kaybına neden oldu. 2008 krizi sonrasında sistemin kendisini yeniden üretmeye dönük başarılı bir çıkışı da olamadı. Neoliberal politikaların ihlali gibi, demokratik yönetim ilkelerinin ihlalleri de önemli güven kaybı yarattı. 2020 Başkanlık seçimlerinin yönetimi ve oy sayımları üzerine yaşanan tartışmalar, demokratik usullere yönelik artan güvensizliğin bir göstergesidir. ABD ve Avrupa’da çoğulcu liberal anlayışın çöktüğü görüşü hakimdir. Trump’ın ve Fransa’da Macron’un göçmen ve yabancı düşmanlığı demokratik değerlerle bağdaşmamaktadır. Ayrıca yine Fransa ve Avusturya’nın başını çektiği İslâm düşmanlığı ve neo-faşist partilerin artan toplumsal destekleri ve sistem içindeki ağırlıkları Avrupa demokrasilerinin geleceği için ciddi bir tehdide dönüşmüş durumdadır. Liberalizmin ekonomik büyümeyi sağlama ve çoğulcu siyaseti koruma konusundaki başarısızlıkları ve aynı dönemde Çin ve Rus tipi otoriteryen kapitalizmin ekonomik gelişme, eşitliğin sağlanması ve insanların ihtiyaçlarının giderilmesi noktasında daha etkili olduğu gerçeğinin görülmesi de bugün liberalizmin moral ve siyasi değerlerinin ve temel varsayımlarının sorgulanmasına neden olmaktadır.
Son ABD seçimlerinde Trump ve Biden arasındaki kıyasıya yarış ve toplumsal tabandaki aşırı kutuplaşmayla oluşan, seçimi kıl payı oylarla kim kazanırsa kazansın, derin toplumsal yarılmanın tamiri kolay olmayacaktır.
Dördüncü kriz ise bu süreci hızlandıran temel sebeplerden birisi olarak, Avrupa ve Amerika’da gerek siyasi gerek entelektüel anlamda topluma yön verecek vizyon sahibi liderlerin ve kanaat önderlerinin kalmamasıdır. Son yılların Batılı liderlerine bakıldığında (Sarkozy, Macron, Berlusconi, Sebastian Kurz, Trump, Ursula von der Leyen vb.) ülkelerini yönetmekte zorlanan ve toplumlarına ilham veremeyen zayıf siyasi figürler oldukları gözlenmektedir. Deyim yerindeyse Batı demokrasileri bugün, çöküş dönemindeki Osmanlı için söylenen “kaht-ı rical” problemiyle karşı karşıyadırlar. Bunun altında daha derin fikrî sorunların ve bir medeniyet krizinin yattığı tartışmaları ise başka bir yazı konusudur.
YENİ BİR KÜRESEL DÜZEN ARAYIŞI
Yukarıda ana hatlarıyla özetlenmeye çalışıldığı şekliyle, 2008’de başlayan finansal krizin giderek siyasi ve ekonomik bir krize dönüşmesi sonucu dünyada bugün küresel fay hatlarında ciddi bir hareketlenme söz konusudur. Batılı ve Batılı olmayan ülkeler bu boşlukları doldurmak üzere ortaya çıkıp birbirleri ile rekabet halinde kendi bölgelerindeki düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Bu süreçte aktif rol alma yarışında Çin, Rusya, Fransa, Almanya ve Türkiye gibi eski ve yeni güçler, uluslararası politikayı etkileme bakımından diğer ülkelere göre daha dinamik bir pozisyon benimsemiş görünmektedirler.
Geçiş döneminde, farklı medeniyetlerin birbirleriyle kesişim alanı olan coğrafyalarda ise küresel çatışma riskleri artmaktadır. Doğu Avrupa’da, Ukrayna’dan yukarı doğru bir çizgi çizildiğinde, karşımıza çıkan bölge sağlı-sollu bir fay ve kriz hattıdır. Doğu Akdenizin etrafını kapsayan Levant bölgesi ve Güney Asya (Güney Çin Denizi, Pakistan-Afganistan hattı) buna örnek olarak gösterilebilir. İlerleyen süreçte her bölgesel güç, kendi bölgesel düzenini kurmaya ve kendi çevresinde ekonomi-politik etkisini artırmaya yönelik politikalar izlemede ısrarcı olacaktır.
Batı dünyasında siyasi elitler miyoplaştı ancak iş dünyası, ekonomistler, siyaset bilimciler ve diğer entelektüeller dünyanın geleceğini biçimlendirme konusunda daha ciddi kafa yormaya başladılar.
Birkaç örneği verilen yukarıdaki fay hareketlilikleri yeni bir küresel düzen arayışına işaret ediyor olabilir mi? Bu sorunun cevabı “tartışmasız evet” şeklinde verilebilir. Şöyle ki; Batı dünyasında siyasi elitler miyoplaştı ancak iş dünyası, ekonomistler, siyaset bilimciler ve diğer entelektüeller dünyanın geleceğini biçimlendirme konusunda daha ciddi kafa yormaya başladılar. Kapitalist sistemin buluşma noktası olarak Davos toplantılarının gündemi bu konuda bizlere ışık tutmaktadır. Rahmetli Turgut Özal ve sonrasındaki Türk siyasi aktörlerinin de katıldığı Davos’ta her yıl dünyanın geleceği ve sorunları tartışılır. Davos’un 2020 yılı toplantısının ana gündemi “Kapitalizmin kendini yeniden nasıl üreteceği” üzerineydi. Yukarıda da değinildiği üzere 2021 toplantılarında ise Batı dünyasının temel ekonomi-politik modelini oluşturan kapitalizmin “kendi ontolojik yapısını koruması” için terbiye edilerek daha ahlaki ve daha insani temelde yeniden yapılandırılması tartışılacaktır. Zira her bir küresel ve bölgesel düzenin temeli belli bir düşünceye ve felsefeye dayanmaktadır. Nitekim Davos’un kurucu fikir babası olan Klaus Schwab, yeni yayınladığı makalesinde kapitalizmin yeniden inşası ile daha iyi ve daha insani bir ekonomik sistemin kurulmasının mümkün olduğunu savunmaktadır. Bu çerçevede, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı ulusal ve uluslararası düzeyde derin sosyal eşitsizlikler yaratmaktadır ve bu da siyasi düzeni tehdit eden sosyal protestolara neden olmaya başlamıştır. Kapitalizmin toplumda aşırı uçları sivriltmesi ve kutuplaştırıcı etkisi toplumların iç barışını ve istikrarını tehdit etmektedir. Kısacası sorumlu, ahlaklı, terbiye edilmiş bir kapitalizmin yaratılması tavsiye edilmektedir.
Mevcut uluslararası sistemin kriz yaşadığı, yeni aktörlerin sorumluluk üstlenemediği, mevcudun yerine yeni bir önerinin de getirilemediği bir dönemde Hint asıllı akademisyen Amitav Acharya’nın Küresel Uluslararası İlişkiler başlıklı kitabı, küresel sistemin geleceğine ilişkin bazı ufuk açıcı öneriler sunmaktadır. Acharya, Batı dünyasının domine ettiği küresel sistemin istese de istemese de artık sonuna geldiğini ve Batı’nın “eskisi gibi” ekonomi, siyaset, bilim ve sanatta öncü rolünü oynayamadığını savunmaktadır. Acharya çözüm olarak ne Batı’nın ne de diğerlerinin tahakkümünde olmayan, “Çok Düzenli Bir Dünya” (Multiplex World Order) sisteminin doğmakta olduğunu iddia etmektedir. Acharya’nın çok düzenli dünyası, liberal düzenin temel unsurlarının hayatta kaldığı ancak birden çok bölgesel düzenin birbiriyle uyum içinde var olmayı başarabildiği bir uluslararası sistem öngörmektedir. Acharya’nın fikri, günümüz uluslararası politikasına uyarlandığında, Çin’den Türkiye’ye kadar birçok bölgesel aktörün kendi bölgelerinde, kendi düzenlerini kurabildiği bir gelecek vizyonunu tasvir etmektedir. Böylece farklı kültürel coğrafyaların, ortak bazı değerler etrafında ve bir lider ülkenin öncülüğünde güç ve varlık kazandığı; küresel ekonomik ve ticari ilişkiler ağının ise farklı seviyelerde devam ettiği; birbirlerini yok saymayan ve meşru gören çeşitli bölgesel düzenlerden oluşan çoğulcu bir dünya sistemi modelinin ortaya çıkacağı öngörülmektedir.
Türkiye’nin, Acharya’nın öngördüğü çok düzenli, barışçıl ve dayanışmacı dünya modeli çerçevesinde, yeni uluslararası sistemin bir alt-bölgesel düzen kurucu aktörü olarak, kendi etrafındaki coğrafyalarda yaşayan halklar ile geliştirdiği ve geliştireceği fonksiyonel ilişkiler vasıtasıyla “Türkiye eksenli” bir ekonomi-politik düzen inşa etme potansiyeli vardır ve bu mümkündür. Böyle bir modelin nasıl kurulacağı, hangi temel değerler, çıkarlar ve kurumlar etrafında şekilleneceği ise ucu açık bir sorudur ve yalnızca Türkiye’nin kendi başına belirleyebileceği bir konu da değildir.
DÜNYA DÜZENİ YENİDEN KURULURKEN TÜRKİYE
Türkiye’nin siyasi elitlerinin ve entelektüellerinin yakın gelecekteki en büyük sorumluluğu, dünyanın değişim ve dönüşümünü doğru okumak ve ülkemizin, bölgemizin ve küresel düzenin barışçı ve istikrarlı geleceği için işe yarayan fikirler üretebilmektir. Zira insanlık tarihinin ana kavşak noktalarından birindeyiz. Dünya bir hikâyenin daha sonunu getiriyor. Batı hegemonyasının son dönemini yaşıyoruz. Batının yükseliş sürecinde biz Türkiye ve İslam dünyası olarak kenara itildik, periferiye kaydık. Edilgen hale geldik. İslam dünyası ile birlikte Tarihin öznesi olmaktan çıktık. Yeniden yapılanan küresel sistemin, bize yeniden etkin bir aktör yani özne olma imkânı ve fırsatı sunduğunun farkında olmalıyız.
Yeryüzünün farklı coğrafyalarında ve farklı medeniyet havzalarında yeni potansiyel güç merkezleri belirmeye başlıyor. Çin, Hindistan, Türkiye ve Brezilya gibi bir düzine ülke, yeni bölgesel güç adayları olarak “kendi medeniyet değerleri, dünya görüşleri ve siyaset anlayışlarıyla” yeniden sahneye çıkıyorlar. Yükselen devletler ve toplumlar hem eski güç merkezleri ile hem de kendi aralarında büyük bir rekabete doğru gidiyorlar. Sürprizler ve belirsizliklerle dolu heyecan verici bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Kötümserler kaos ve anarşiye, iyimserler ise ümide ve fırsatlara odaklanıyorlar. Gerçek dünya muhtemelen bu ikisinin ortasında şekillenecek ve Türkiye gibi pek çok bölgesel güç de kendi kaçınılmaz kaderleriyle yüzleşecekler.
21. yüzyılın ilk çeyreği eskiyen ve devinimi yavaşlayan Batı’nın kendisinin farkına vardığı ve yeni bir düzenin kurulması gerektiği fikrinin olgunlaşmaya başladığı bir dönem oldu. 11 Eylül milattı. 2008 finansal krizi ise sarsıcı bir deprem oldu. Batı hegemonyası bir daha toparlanamayacak kadar örselendi. Batı’nın elitleri kendilerine olan güvenlerini kaybettiler. Popülist liderlik, artan milliyetçilik ve yarattıkları DAİŞ gibi heyula örgütlerle kendi iç sorunlarının üstünü örterek kültürel/tarihi kimliklerini tahkim etmeye uğraşıyorlar.
Arap baharını, İslam dünyasını dönüştürüp Çin’e karşı kendilerine gençlik enerjisi verecek bir uzlaşmayı yaratabilmek için yaptılar. Ama kontrol edemeyeceklerini anladıkları an sabote ettiler. Mısır’da darbe yaptılar. Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalıştılar. Gezi olayları, 17-25 Aralık girişimleri, PKK üzerinden girişilen hendek olayları ve 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi İslam dünyasının ve Türkiye’nin enerjisini içe boşaltmanın ve “medeniyet içi çatışma” projelerinin politik tezahürleriydi. Türkiye’nin tarihsel aklı ve milletin derin hafızası bu projeleri geri püskürttü. Şimdi Türkiye için yeniden inşa, ihya ve hamle zamanıdır. Tarihin yüklediği misyonu bilinçlice yüklenme ve dünya düzeni yeniden kurulurken etkin bir aktör, yön veren bir özne olma fırsatı ve daha adil bir dünyanın kuruluşuna katkı verme imkânı önümüzde duruyor.
Türkiye için artık bozgun ve dağılma dönemi bitti. Tarihsel olarak geri çekilme (cezir) değil, atılım (med) dönemine girdik. Genç ulus devletin erken gerginlik dönemlerini geride bırakıyoruz. Toplum olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinin bize miras bıraktığı psikolojik travmalar ve kimlik bunalımlarımızı aşıyoruz. Bu anlamda, Ayasofya’nın açılması iradesi esasen millet ve devlet hayatımızda; özellikle de bazı siyasi ve devlet elitlerinin derinden hissettikleri “ontolojik güvensizlik” duygusundan kurtuluş ve toplumsal psikolojinin kalıcı rehabilitasyonu için önemli bir adımdır. Tanzimat sonrası başlayan Türk milletinin geleceğinin nasıl şekilleneceği tartışmaları; Kurtuluş Savaşı’nın mandacılık ve tam bağımsızlıkçı tartışmaları ve soğuk savaş döneminin zorunlu Batıcılık tercihleri artık bitiyor. Millî çıkarların öncelendiği, tarihi, coğrafyası ve medeniyeti ile barışık bir Türkiye vizyonu oluşmaktadır.
15 Temmuz gecesi ülkeyi içerdeki taşeron uzantıları vasıtasıyla ele geçirmeye çalışan emperyalizme karşı milletin tüm renkleriyle gösterdiği şanlı direniş destanı bu doğmakta olan yeni Türkiye hikayesinin önemli bir miladıdır. O gece sergilenen devlet-millet dayanışması ve tarihsel ruhun yeniden dirilişi önümüzdeki dönemde Türkiye’nin yaşayacağı baş döndürücü yükselişin ve güçlenişin temel dayanağı olacaktır. Zira bu tür düzen değişimleri ve tarihsel anlamda milletler arasındaki güç dönüşümleri/kaymaları, irade sahibi devletler için beraberlerinde sert sınamalarla birlikte pek çok fırsatı da getirirler. Tehditleri ustaca savuşturmak ve fırsatları milletimiz adına kalıcı jeopolitik kazanımlara dönüştürebilmek, sağlam bir millî kimlik ve siyasi istikrarla; iyi yetişmiş siyasi elitin ve devlet adamlarının ferasetli, dirayetli, vicdan sahibi ve tecrübeli liderlikleriyle mümkün olacaktır.
Türkiye için yeniden inşa, ihya ve hamle zamanıdır. Tarihin yüklediği misyonu bilinçlice yüklenme ve dünya düzeni yeniden kurulurken etkin bir aktör, yön veren bir özne olma fırsatı ve daha adil bir dünyanın kuruluşuna katkı verme imkânı önümüzde duruyor.
Makyavelli Prens (Devlet Adamı) kitabında, iç ve dış siyasette başarı için gerekli iki kavramdan bahseder: Fortuna (şans/talih) ve Virtue (yetenek/irade). Bu kavramlar milletlerin manevi şahsiyeti için de kullanılabilir. Şans, fırsatlar önünüze geldiğinde onu kullanmaya her anlamda hazır olmaktır. Yoksa kaçar, daha hazır olana gider. Virtue yani yetenek ise, tarihin akışına yön vermek için liderlerin veya milletlerin aktif gayret sarf etmesi ve irade ortaya koyma cesareti göstermesidir. İbnü’l-Arabî’ye atfedilen bir sözde vurgulandığı gibi, “kader, gayrete aşıktır”. Nasip, gayretin içinde gizlidir. Bugün de dünyada yeni bir düzen inşası tartışılırken, uluslararası ekonomi-politik güç merkezleri hareketli bir akışkanlığa doğru girmişken, tüm Türkiye olarak biz gelişmeleri sadece seyretmekle yetinemeyiz. Aktif pozisyon almak, tehditlerle yüzleşmek ve daha insani, daha adil ve yaşanabilir bir küresel düzenin kuruluşundaki yapıcı rolümüzü hakkıyla, gönüllüce ve istekli bir şekilde üstlenmeliyiz. Sanat, edebiyat ve sinema dünyası da bu büyük Türkiye idealinin hikâyesini anlatmalı; yeni bir “mitos”un yaratılmasına yardımcı olmalıdır. Yeni bir hikâye yazmaya hazır olmalı; yeni kızıl elmalar tanımlayıp milletimizin parlak geleceğine odaklanmalıyız. Milletimizin onurlu geleceği, daha güçlü ve müreffeh bir Türkiye’nin yaratılabilmesi ve başta İslam ümmeti olmak üzere mazlum milletlerin ve tüm insanlığın huzuru için Türkiye’nin bu tarihsel rolünü isteklice oynaması elzemdir.
Akıl ve mantığımızı (logos), gelecek hayallerimiz ve tarihsel rolümüzle (mitos) birleştirip, insanlığın büyük hikâyesinin anlamlı ve etkin bir kurucu unsuru olabiliriz. Olacağız da.