Veda Hutbesi’nde İnsan Hakları Meselesi
Prof. Dr. İsmet EMRE
Hak en genel anlamda hem Allah’ın kendi varoluşundan, özünden başlayarak bütün varoluşlara yönelttiği ışık, onları merkeze yerleştirmek, en azından merkezle bağlantısını sabitlemek amacıyla dışarıdan ve içeriden kavrayan bir tutamak hem de bütün varoluşların varlık gerekçesi olduğu için ontolojik olarak kendisi dışındaki bütün kavramlardan, yere indirilmiş ve insani zeminde vuku bulan ilişki biçimlerini karşılayan haklardan, hukuklardan, adalet ve muhteviyatına iyiliği yerleştiren bütün kavramlardan önce gelir. Her varlığın kendi suretinde ve kendine özgü niteliklerle ortaya çıkması ve varoluşunu olduğu gibi sürdürme içgüdüsü tam da bundan kaynaklanır. Hak yoksa adalet de yoktur. Adalet haktan sonra gelir, çünkü hakkın olmadığı yerde hiçbir şey yoktur. Hak birinci derecede her bir canlının kendine özgü varoluşu korumasının garantisidir. O garanti edişe sonradan eklenir adalet ile onun yedeğindeki hukuk. Bir şeyin/kimsenin hakkı, onun kendini varetme arayışında aranmalıdır. Bundan dolayıdır ki her bir canlının hatta belki de Allah’ın yarattığı her bir varlığın kendine özgü bir hakkı vardır ki o da varlığını, olduğu biçimiyle sürdürme gayreti ve garantisidir. Bu manada, bir şeyin hakkını araması, varlık mücadelesinin doğal gereğidir. Bir istisna ile elbette : Sünnetullah’ın her bir varlığın özüne yerleştirdiği kendini gerçekleştirme potansiyeline zarar vermeden vuku bulacak olan bir hak arayışı…
Bir şeyin hakkını araması, varlık mücadelesinin doğal gereğidir. Bir istisna ile elbette : Sünnetullah’ın her bir varlığın özüne yerleştirdiği kendini gerçekleştirme potansiyeline zarar vermeden vuku bulacak olan bir hak arayışı…
Hz. Peygamber Hutbe’sinin daha başında insan yaşamına dair bir koordinat veriyor ve “belki de bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım” diyor. Bu, doğrudan doğruya, kendi şahsından başlayarak bütün insanların ölümlü olduğunu ve ömür hesaplarını dünyanın sahibi olarak değil konuğu olarak yapmaları gerektiğini ifade ediyor. Koordinat insani zeminde gerçekleşen bir serüveni işaret ediyor ve doğrudan doğruya “her nefis ölümü tadacaktır.” hakikatine göndermede bulunuyor. Bundan sonraki bütün cümleler buraya dayanıyor. İnsani zeminde merkez burasıdır : Bu dünya ile öteki dünya arasında gidip gelen kaldıracın merkezinde dünyanın bir konaklama, insanın bir konuk, dünya sonrası hayatın ise gerçek yurt olmuşluğuna dair güçlü bir ihsas vardır. Aslında bu, bizi aynı zamanda insandaki sünnetullaha uygun bir şekilde ölümlü oluşu bilme bilgisinin bir inşaya, bu bilgiyi unutmasının, ıskalamasının veya ihmalinin ise doğrudan doğruya bozulmaya, dağılmaya, çürümeye, merkezden uzaklaşmaya, vahdeti unutmaya, ifsada yol açacağını da formüle ediyor.
İnsan yeryüzünün mukimi ve sahibi değil “yolcusu”dur ve bütün hesaplar yolculuk mantığına göre yapılmalı, ömür onun üzerine inşa edilmelidir. Bu da kuşkusuz dünyanın sahibi ile olan ontolojik bir “yaratan-yaratılan”, “efendi-kul” ilişkisi sözleşmesidir. Mülkün sahibi ile onun misafirleri arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine, insan ile Allah arasında nasıl bir gramer kurulması gerektiğine bu cümlelerden sonra geçer Hz. Peygamber. Zaten bu cümlelerin hemen arkasından “Ey insanlar biliniz ki Rabbiniz birdir” der. Bu, bir taraftan insanın kulluğuna işaret ederken öteki taraftan yaratılmış her şeyin, herkesin mutlak yaratıcısının Allah olduğuna işaret eder. Ve Allah’ın insanlardan istediği şey hepsinin Tanrı’nın kulu olarak eşit olduğudur. Bir sonraki cümlede insanlar arasındaki “yukarıdan gelen” eşitliğin, yere inmiş haliyle somut temelleri atılıyor : Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Dikkat edin, hiçbir üstünlüğü… Hiçbir… Bağlamı ne olursa olsun, üstünlük sadece takvaya dayandırılıyor. Tarihi, genetik, kültürel bakımdan bir ırk diğerinden daha çok ne yapmış olursa olsun kitlesel ve genelleyici indirgemecilikten uzak durun diyor. Genetik, coğrafyaya veya aristokrasiye dair bütün ırk vurgularını devre dışı bırakıyor Rasulullah burada. “Allah katında üstünlük ancak takva iledir” diyerek hem genetik hem coğrafi hem kültürel mirasyediliğe son veriyor, üstünlüğü eylem alanına, yani insanın kendi eylemlerinin iyilik ve kötülük alanına taşıyor. Burada, toplumsal böbürlenmenin, genetik aidiyetin, nevzuhur ve tarihin belli süreçlerinde oluşmuş/oluşturulmuş hiyerarşilerin bütün ircacı biçimlerini çağdışı ilan ediyor. İnsan hakları evrensel beyannamesinden çok önce ve bütün bağlamlarını teorinin merkezine sabitleyerek…
Böylesi sağlam bir konum belirlemenin ardından hak meselesine geliyor Hz. Peygamber ve şöyle diyor : “Ne haksızlık edin ne de haksızlığa uğrayın.” Ne başkalarını incitin ne de başkalarının sizi incitmesine müsaade edin. Ne zulmedin ne de zulme rıza gösterin. Aslında yasalar tarihinde “insan hakları” konusunda bundan daha veciz; insanı insanın kurdu olmaktan, insanı insana köle yapmaktan çıkarıp ona hak ettiği yeri veren; onu yeryüzündeki yolculuğunda insanca bir yaşam alanına teşvik eden bu derece sağlam bir ifade yoktur. İnsanlık tarihinde sosyolojik olarak sadece bu kurala uyulsa insanlığın karşı karşıya olduğu sayısız sorun kendiliğinden halledilirdi. Çünkü bütün mesele budur. Bütün sorunların temelinde, insanın insanı köleleştirmesi, kendisine çizilmiş sınırı geçmeye çalışması, haddini aşarak kendi sınırlarının dışına taşması, başkalarının sınırlarına nüfuz etmesi vardır. Had aşılınca hadsizlik, zulüm doğuruyor ve zulüm toplumsal çözülmenin en doğrudan yoludur. Tek bir zeminde bile sınırlar bir kez aşılınca zulüm virüs gibi hızlıca toplumun damarlarına nüfuz ediyor, onu oluşturan mekanizmaların hepsini çökertiyor. Başlangıçta “her insanın tek bir Allah’ı olduğunu ve ona itaat etmesini buyuran Hz. Peygamber burada da Allah’ın kulluğu unutulunca insanın insana kulluğunun başladığını söylüyor zımnen. İnsanın insana kulluğu ise önce insanın insan karşısındaki değerini törpülüyor, ardından ezilenlerde ya ezeni ilahlaştıran veya ona yönelik nefret tohumlarının atıldığı bir toplumsal çözülme süreci başlıyor.
Hak meselesi evrensel düzeyde ve genel hatlarıyla “insani bir zeminde” konumlandırıldıktan ve formüle edildikten sonra biraz daha özel olana, cinsiyete yönelik haklara geçiliyor. “Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.” Kadın hakları konusunda Hutbe’den önce serdedilmiş her hangi bir cümle, bir akit var mı bilmiyorum? Ama bundan 1400 yıl önce kadın haklarına dair böylesi evrensel bir yaklaşım sergilenmesi yukarıdan aşağıya doğru akan temiz ırmağın ne kadar hakikate müstenit olduğunu gösterir. “Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” Sadece cinsiyeti korumaya, cinsiyet üzerinden nesli, nesil üzerinden aileyi ve sosyolojiyi korumaya yönelik bir yaklaşım değil bu, aynı zamanda insanın insan ile olan ilişkisinde insani bir zemin yaratan üst düzeyde bir perspektif de. İslam tarihinin pratiği bu teoriye uymuştur, uymamıştır veya eksik kalan bazı hususlar vardır, bu ayrı konu ama bu hakikat, Peygamberi yaklaşımın İslam dünyasında neden cinsiyet ırkçılığı olarak adlandırılan “feminist” bir hareketin ortaya çıkmadığının somut göstergesidir. İslam, Hutbe’de olduğu gibi, kadın ile erkek arasında öylesine fıtrata uygun sağlam bir gramer oluşturmuştur ki yakın zamana kadar -ki Türkiye için Tanzimat, öteki İslam beldeleri için Batılılaşmanın başlangıç hamleleri burada önemli bir kırılmadır- bu grameri oluşturan metinde hiçbir sarkma olmamıştır. Öyle ki “kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın” cümlesinden daha öte bir söylem, modernleşme sürecinde bile dillendirilememiştir. Batı dünyası Roma’dan başlayarak önce Orta Çağ boyunca kadını “şeytanlaştırmış”, sosyal hayatta ona her türlü aşağılamayı ve kötülüğü reva görmüş, modernleşmeyle birlikte ise güya durumu dengelemek adına onu önce görünürleştirmiş, sosyal hayatın merkezine itmiş, ardından da ondan bir meta-estetik olarak yararlanmanın yollarını üretmiştir. Oysa İslam, daha başlangıçta kadına yönelik davranışı kontrol etmenin bir yolu olarak “korkuların en büyüğü olan Allah korkusu” ile dengelemiştir. Allah korkusu söz konusu olduktan sonra ve o korku en iyi şekilde davranmayı buyurduktan sonra geriye ne kalır ki?
Bütün sorunların temelinde, insanın insanı köleleştirmesi, kendisine çizilmiş sınırı geçmeye çalışması, haddini aşarak kendi sınırlarının dışına taşması, başkalarının sınırlarına nüfuz etmesi vardır.
Yukarıda insanlar arasındaki eşitliğin altını özenle çizdikten sonra sözü Müslümanlara getiriyor Hz. Peygamber. Evet, bütün insanlar eşittir ama “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir.” Eşitliği ortak payda olarak yerleştirip ardından, onun bir adım ötesine, onu mekanik kurgudan kurtararak duygusal zemine taşıyor ve kardeşlik hukukundan bahsediyor. Bir baba için kardeşler arasında nasıl ayrım yapılmazsa, baba çocuklarının her birine ayrı ayrı merhamet gösterirse Allah da yarattığı kulların hepsine merhamet eder, eşit davranır. Ancak her durumda iyi evlat ile kötü evlat arasında sevgi bakımından bir fark olacaktır. Burada, her şeyin sahibi Allah olduğuna göre onu reddeden ve ortaklık koşan haramzade bir evlat ile onu kabul etmekle kalmayıp gönderdiği elçiyi dinleyen, indirdiği Kitab’a iman eden, kurduğu gramere uygun davrananlar arasında elbette bir fark gözetecektir. Nihai aşamada, dünya hak ile batılın, iyilik ile kötülüğün ölçüldüğü bir sınama değil mi?..
“Sakın zulmetmeyin. Herkes ancak kendi işlediği suçtan sorumludur.” Burada açık biçimde suçun şahsiliğine dikkat çekiyor Hz. Peygamber. Herkes kendi kaderini yaşar, kendi eylemlerinden sorumludur. Zerre iyilik de zerre kötülük de onun hanesine yazılır. İyi babanın kötü evladı da olur, kötü babanın iyi evladı da. Beş parmağın beşi bir değildir. Ancak sonuçta nasıl öteki dünyada kimse ötekinin yükünü çekmek zorunda kalmayacaksa bu dünyada da hiç kimse velev ki babası olsun, bir başkasının suçundan dolayı yargılanamaz.
İslam, daha başlangıçta kadına yönelik davranışı kontrol etmenin bir yolu olarak “korkuların en büyüğü olan Allah korkusu” ile dengelemiştir.
“Rabbiniz olan Allah’tan sakının, ona kulluk edin. Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan ayında oruç tutun. Hac ibadetinizi yerine getirin. Mallarınızın zekatını gönül hoşluğuyla verin.” Dünya yolculuğunun, bu devasa sınama ve sınav alanının soruları bunlardır. Bu sorular aynı zamanda bireyden başlayarak sağlıklı bir toplum inşa etmenin de mutlak ve şaşmaz öncülleridir; bu sorular hem teoride hem de ve asıl olarak pratikte nasıl cevaplanırsa mutlak yargılayıcı ve yargılamasında zerre ölçü şaşması olmayan Yaratıcı da amele yazılan her cümleyi, her kelimeyi, her harfi harfiyen değerlendirecektir. Allah’a kulluk olma buyruğunun bu tekil eylem biçimleri çoğullaşarak toplumların bir vasfı olacak ve her toplum görevini yerine getirenlerin niteliği, çokluk ve azlığına dair kendine ait hisseyi alacaktır. Erdemli bireyden erdemli topluma geçiş ancak yukarıda sıralanan ödevlerin bihakkın yapılması, görevlerin layıkıyla yerine getirilmesiyle mümkün olacaktır.
Bireysel inşa hareketinden hemen sonra sözü toplumsal inşa boyutuna taşımanın hemen ardından Hz. Peygamber, vahdeti genele irca ediyor, toplum düzeneğinin sosyolojik boyutunu kurumsallaştıran devlete getiriyor : “Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat edin ve böylece Rabbinizin cennetine girin.” Evet, sadece Allah’ın kitabına uydukları sürece... Çünkü toplumsal kurgunun kilit noktası burası, tepe noktasıdır. İyilik de kötülük de hak da zulüm de adalet de adaletsizlik de oradan başlayarak aşağıya yönelir. Ve bütün sistematik o hiyerarşiye göre şekillenir. Bulunduğu yerden, bu dünyayı terk etmenin hemen öncesinde “istikbali” zamanın içinden akan zamanüstü kavrayışıyla görüyor, o istikbalden bir ikbal çıkarmanın şifrelerini veriyor. Sanki o ilk kırılmayı, ilk didişmeyi, ilk parçalanmayı, ilk zedelenmeyi daha orada, Hutbe’yi okuduğu yerde seziyor : “Benden sonra sapkınlığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın.” Hz. Hüseyin’in şehadeti, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ile devam eden bir dizi parçalanmayı, onun pratikteki bütün dramlarını görüyor ve uyarıyor büyük uyarıcı. Çünkü gerçekten de kardeşlerin birbirine düşmesi, birbirinin boynunu vurması kelimenin hakiki anlamıyla yekdiğerinin boynunu vurmak anlamına gelmektedir. Mefhumu muhalifiyle söylenecek olursa kardeşin kardeşe yönelmiş tehdidi, sapkınlıktan başka bir şey değildir.
Ve artık sona yaklaşıyor. Son sözlerine. Emaneti emanet edeceği cümlelere Peygamber : “Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde yolunuzu bir daha asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı Kuran ile Peygamberinizin sünnetidir.” Son aşamada, bir pusula bırakıyor kendisinden geriye. Yolculuğu bitmek üzere olan birinin, kendini kendisinden sonraki herkesten ama en çok da kendisiyle birlikte yolculuk yapanlardan sorumlu addeden birinin bıraktığı muhteşem bir pusulanın iki ucu : Kur’an ve sünnet… Bütün yoldan çıkmalarda, bütün ayak sürçmelerinde, bütün sarsıntılarda, bütün yol şaşırmalarında, bütün uzak düşmelerde, bütün kaybolmalarda tekrar yola girmenin, yaklaşmanın, kendine gelmenin, kendini bulmanın, ayağa kalkarak kaldığı yerden yola devam etmenin anahtarı olan iki temel kaynağa dikkat çekiyor Peygamber : Biri teorik, öteki pratik zemini oluşturan iki dokunulmamış, iki tertemiz, iki hiç bozulmayacak pusula... Öyle ya başlangıçta, daha ilk cümlede insanın bir yolcu olduğu söylenmişti ve bu yolcunun ve bütün yolcuların önünde sayısız yol var. Kimi yanlış tarafa, kimi bataklığa, kimi aşılmaz dağlara, kimi kör sokaklara götürerek umutsuzluk sapağına sevk etmekten kurtaran, sayısız yol içinde en doğrusunu gösteren, doğruya en kolay yoldan, en az yorularak vardıran... Bütün bunlarda tekrar düze çıkmanın, tekrar yola girmenin ve salim bir yolculuk yapmanın şartıdır elinde bir pusulası olmak. Unuttuğu bir yerden kopup gelen, kendini ansızın bir bilinmezin içinde bulan, nereye gideceğini, nasıl gideceğini bilemeyen bir yolcu için elindeki sağlam pusuladan daha değerli ne olabilir ki?
İlk kırılmayı, ilk didişmeyi, ilk parçalanmayı, ilk zedelenmeyi daha orada, Hutbe’yi okuduğu yerde seziyor : “Benden sonra sapkınlığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın.”
Bununla birlikte, bir şarta bağlıyor bıraktığı pusulayı kullanmayı, teori ve pratikteki istikameti tek bir şartla veriyor kendisinden sonrakilerin ellerine : “Sımsıkı sarılmak.” Sıkı değil, sımsıkı… Bu, aslında Müslümanların ama genel itibariyle bütün insanların çözülme süreçlerine de ışık tutan bir vasiyettir. “Sımsıkı” gevşeyince dağılma da başlayacak. Kuran ve sünnetten uzaklaşmak aynı zamanda hakikatten uzaklaşmak, yolunu kaybetmek ve yolculuğun büyüsüne kapılarak varılacak yeri unutmak anlamına geliyor elbette. İnsanların unutkan olduğunu biliyor Peygamberimiz, insanın nisyan ile malul olduğunun baştan beri hep farkında ve hatırlatma gereği duyuyor. Biri göğü, gökten inen kusursuz bütünlüğü; öteki yeri, yere inmenin, yere düşmenin sarsıntısını azaltacak olanı, parçalanma ihtimali bulunanı toparlama potansiyeli taşıyan teori ve pratik bütünlüğüne bir kez daha, son kez, dokunma gereği hissediyor. Ve elbette bu son söz, bu son hatırlatış, bu son vasiyet hukukun ancak hak ile sağlanabileceğini, hakkın ise Hakk’tan gelenle mümkün olacağını söylüyor. Son peygamber, son uyarıcı söylemiş söyleyeceğini, Hakk’a, hakikate dair en şaşmaz, en berrak, en net pusulayı tutturmuş elimize, daha ne yapsın?.. O yapmış yapacağını, şahidiyiz. Gerisi bize kalmış…
“Sımsıkı” gevşeyince dağılma da başlayacak. Kuran ve sünnetten uzaklaşmak aynı zamanda hakikatten uzaklaşmak, yolunu kaybetmek ve yolculuğun büyüsüne kapılarak varılacak yeri unutmak anlamına geliyor elbette. İnsanların unutkan olduğunu biliyor Peygamberimiz, insanın nisyan ile malul olduğunun baştan beri hep farkında ve hatırlatma gereği duyuyor.