Türkiye’nin Göç Politikaları Perspektifinden Mülteciler
Av. Celil AKDOĞMUŞ
Göç, günümüzde dünyanın pek çok ülkesi için önem arz eden en büyük problemlerden bir tanesidir. Eski zamanlara oranla ulaşım olanaklarının daha iyi olması, bazı bölgelerin süregelen yoksulluk, çatışma ve savaş gibi sebeplerle yaşanılamayacak bir hal alması ve buna karşılık bazı bölgelerin ise eğitim, sağlık ve işgücü gibi çekici faktörlere sahip olması sebepleriyle her yıl binlerce kişi ülkeler arası yer değiştirmektedir. Ancak bu hareketlilik bilhassa göçün yönlendiği ülkeler açısından ciddi siyasal, sosyal, kültürel, etnik ve dinsel pek çok etki ve sorunlara sebep olmakta, bu durum ise etkilenen ülkelerin göçü yönlendirmek adına çeşitli çalışmalar yapması, politikalar üretmesi, yasal ve kurumsal tedbirler alması sonuçlarını doğurmaktadır.
Türkiye’de göç yolları üzerinde yer alması hasebiyle bazı dönemlerde çevresindeki ülkelerde meydana gelen savaş ve benzeri çatışmalardan kaynaklı kitlesel göçlere maruz kalmaktadır. Bu durum ise Türkiye’yi göçü yönlendirmek, yönetmek için devamlı olarak politikalar oluşturmasına, izlediği politikalara yön vermesine neden olmaktadır.
Son Dönemlerde Türkiye’nin Göç Politikalarını Belirleyen İki Önemli Etken: Avrupa Birliği (AB) Uyum Süreci ve Suriye İç Savaşı
Son dönemlerde AB uyum sürecinde atılan adımlar ile beraber 2011 yılı ve sonrası komşumuz Suriye’de meydana gelen iç savaş sebebi ile yaşanan göç dalgası Türkiye’nin göç politikalarını belirleyen iki farklı etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin göç politikalarını şekillendiren bu iki etken, ülkemizdeki mültecilik olgusunu anlayabilmek adına önem arz etmektedir.
Belirtmek gerekir ki, 1990’lı yıllara kadar Türkiye’nin coğrafi çekince koymak suretiyle taraf olduğu 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi, Türkiye’nin göç politikalarını şekillendiren önemli bir etken olmuştur. Bu döneme kadar NATO’ya ve Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne dayanarak göç politikalarını oluşturan Türkiye, 1990’lı yıllara gelindiğinde küresel göçün yeni yüzü ile karşı karşıya kalmıştır. Bu doğrultuda son yirmi yıllık süreçte Türkiye “sistemsiz, esnek ve geçici” göç politikalarını terk ederek, bunların yerine AB uyum süreci çerçevesinde ulus üstü ve hükümetler arası örgütlerin iş birlikleri ekseninde kurumsallaşan göç politikaları ve uygulamaları geliştirmiştir. Bu süreçte göç politikaları belirlenirken bir taraftan düzensiz göç üzerine yoğunlaşan bir bakış açısı egemen olurken diğer taraftan sığınma ve mülteci hareketleri üzerine odaklanılmıştır.
Türkiye’nin son dönemlerdeki göç politikalarının gelişimini şekillendiren bir diğer önemli faktör ise 2011 yılından bu yana Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle neredeyse dört milyona yaklaşan ve kalıcı hale gelen mülteci göçüne maruz kalmasıdır. Suriye’den Türkiye’ye yönelen yoğun göç hareketi bir kez daha iyi teşkilatlanmış bir göç yönetimi ve sağlam temellere dayandırılmış kamu politikasının gerekliliğini ortaya koymuştur. “Geçici koruma” statüsü ile Türkiye’de koruma altına alınan Suriyeli mültecilerin özellikle barınma, topluma entegrasyonu, çalışma ve iaşe maliyetleri gibi sorunları Türkiye’nin göç politikalarını büyük ölçüde etkilemektedir.
6458 SAYILI YABANCILAR VE ULUSLARARASI KORUMA KANUNU VE GERI KABUL ANLAŞMASI
Türkiye, tarihsel süreçte karşılaştığı göç hareketleri karşısında belli bazı politikaları merkezi yönetim eliyle uygulamaya koymuş ve bu alanda yasal düzenlemeleri, kurumsal yapıları ve kurulları oluşturmuştur. Özellikle AB ile üyelik müzakerelerine başlanmasıyla Türkiye’nin iltica ve göç mevzuatı da AB müktesebatına uygun hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla hem ulusal eylem planları hazırlanmış hem strateji belgeleri ilan edilmiş hem de insan hakları temelinde bütüncül bir bakış açısıyla bu alanı düzenlemek üzere yakın zamanda 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kabul edilerek ulusal anlamda büyük bir adım atılmıştır. 6458 sayılı Kanun, 04.04.2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilmiş; 11.04.2013 tarihli ve 28615 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmıştır. 6458 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesi ile yabancılara ilişkin vize alma zorunluluğu, ikamet izni, vatansızların ve mültecilerin hukuki durumu, sınır dışı süreçleri, Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün teşkilat yapısı gibi konular düzenlenmiş ve yabancılar hukukî mevzuatı tek yasada toplanarak büyük bir adım atılmıştır.
AB ile üyelik müzakerelerine başlanmasıyla iltica ve göç mevzuatını AB müktesebatına uyguna hale getirilmeye çalışan Türkiye’nin uluslararası alanda attığı en önemli adım ise şüphesiz AB ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’dır. Resmi adı “Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği Arasında İzinsiz İkamet Eden Kişilerin Geri Kabulüne İlişkin Anlaşma” olan geri kabul anlaşması 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanmış ve 1 Ekim 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması mütekabiliyet temelinde, Türkiye’de veya AB’ye üye ülkelerden birinde, ülkeye giriş, ülkede bulunma veya ikamet etme koşullarını sağlamayan veya sağlayamaz duruma düşen kişilerin anlaşmada belirlenen şartlar ve kurallar çerçevesinde ilgili ülkeye geri gönderilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede:
- Yasadışı yollarla AB ülkelerine giden veya bu ülkelerde bulundukları sırada yasadışı duruma düşen (örneğin, vize süresini geçiren) Türk vatandaşları ve Türkiye üzerinden Anlaşma’ya taraf diğer ülke veya ülke grubuna geçiş yapmış üçüncü ülke vatandaşlarının Anlaşma’da belirlenen şartlar ve kurallar çerçevesinde Türkiye’ye geri alınması,
- Yasadışı yollarla AB ülkeleri üzerinden ülkemize gelen veya Türkiye’de bulundukları sırada yasadışı duruma düşen AB üyesi ülkeler ve üçüncü ülke vatandaşlarının Anlaşma’da belirlenen şartlar ve kurallar çerçevesinde ilgili AB ülkesine iade edilmesi düzenlenmiştir.
Anlaşmanın 24/3 maddesi uyarınca üçüncü ülke vatandaşları ile vatansız kişilerin geri kabulüne ilişkin yükümlülüklerin anlaşmanın yürürlüğe giriş tarihinden üç yıl sonra uygulanabileceği belirtilmiştir. Ancak geri kabul anlaşmasıyla birlikte yürüyen vize muafiyeti görüşmelerinde mesafe alınabilmesi için taraflar mezkur üç yıllık sürenin dolmasını beklememişler, Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında İzinsiz İkamet Eden Kişilerin Geri Kabulüne İlişkin Anlaşma ile Oluşturulan Ortak Geri Kabul Komitesini toplamışlar ve Komite’nin 2/2016 Sayılı Kararı ile üçüncü ülke vatandaşları ve vatansız kişilerin geri kabulüne ilişkin hükümlerin 1 Haziran 2016 tarihi itibarıyla uygulanmaya başlayacağını kararlaştırmışlardır. Söz konusu tarihten sonra geri kabul anlaşması üçüncü ülke vatandaşları için de uygulanmaya başlamıştır.
Geri Kabul Anlaşmasının İmzalanmasından Sonra Yaşananalar
Söz konusu geri kabul anlaşması kapsamında Türkiye üzerine düşen yükümlülükleri eksizsiz bir şekilde yerine getirmeye gayret etmiş, bu bağlamda hem taraf ülkelerce usulüne uygun gönderilen kendi vatandaşlarını ve üçüncü ülke vatandaşlarını geri almış hem de sınır bölgelerini ciddi bir denetime tabi tutarak bilhassa karayolu ve denizyolu üzerinden Avrupa’ya yapılmaya çalışılan yasa dışı geçişleri büyük mali külfetlere katlanarak engellemeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Öyle ki, AB Komisyonu tarafından geri kabul anlaşmasının uygulanmasına ilişkin yayınlanan dördüncü raporda Türkiye’den Yunanistan’a geçen sığınmacıların iade edilmesinin öngörüldüğü anlaşma sayesinde, günlük geçişlerin 6 binden ortalama 81’e düştüğü belirtilmiştir.
Geri kabul anlaşması kapsamında Türkiye’nin kendi üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirdiği bizzat AB Komisyonu tarafından yayınlanan rapor ile ortada iken AB anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemiş, bu konuda pasif kalmıştır. Zira AB, anlaşma kapsamında Suriyeliler için vermeyi taahhüt ettiği toplam 6 milyar avroluk mali kaynağın büyük bir kısmını vermediği gibi AB ülkelerine yerleştirmeyi taahhüt ettiği Suriyeli konusunda da çok isteksiz davranmıştır. AB’nin tüm bu isteksiz davranışlarına rağmen anlaşma kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getiren Türkiye’nin bilhassa Suriye’den gelen mülteci yükünün günbegün artması, AB’nin taahhüt ettiği yardımları yapmaması ve anlaşmasının gereklerinin yerine getirilmesiyle anlaşma doğrultusunda Türkiye’nin ciddi maddi külfetlere katlanıyor olması sebepleri ile Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 22 Temmuz 2019 tarihinde yaptığı açıklamada Türkiye’nin geri kabul anlaşmasını tek taraflı olarak askıya aldığını belirtmiştir. Anlaşmanın tek taraflı olarak askıya alınması neticesinde Türkiye geri kabul anlaşması bağlamında gönderilen vatandaşları kabul etmemeye başlamış, AB ise taahhüt ettiği fakat az miktarda gönderdiği yardımları da kesmiştir.
AB, anlaşma kapsamında Suriyeliler için vermeyi taahhüt ettiği toplam 6 milyar avroluk mali kaynağın büyük bir kısmını vermediği gibi AB ülkelerine yerleştirmeyi taahhüt ettiği Suriyeli konusunda da çok isteksiz davranmıştır.
TÜRKIYE’NIN SINIR BÖLGELERINE İLİŞKİN POLITIKA DEĞİŞİKLİĞİ
Tüm bu gelişmelere rağmen Türkiye, 2020 yılının başına kadar sınır bölgelerini ciddi bir denetime tabi tutarak bilhassa karayolu ve denizyolu üzerinden Avrupa’ya yapılmaya çalışılan geçişleri ciddi mali külfetlere katlanarak engellemeye devam etmiştir. Fakat 27 Şubat’ta Suriye’nin İdlib kentinde Esad rejiminin hava saldırısı sonrası 33 askerimizin şehit olması üzerine alınan kararlardan bir tanesi de sınır bölgelerinde mali külfetlere katlanılarak yapılan mezkûr engellemelerde esnekliğe gidilmesi şeklinde olmuştur.
Türkiye’nin bu yönde bir politika değişikliğine gitmesi üzerine aynı gün içinde binlerce mülteci bugünü bekliyormuşçasına Avrupa’ya açılan sınır kapılarına akın etmiş, bu durum başta Yunanistan olmak üzere tüm Avrupa’yı tedirgin etmiştir.
Türkiye’nin Politika Değişikliğine Karşı Başta Yunanistan Olmak Üzere AB’nin Tavrı
Türkiye’nin sınır bölgelerindeki denetimini ciddi şekilde esnetmesini müteakip Avrupa ülkelerine geçiş yapmak adına sınır bölgelerine akın eden binlerce mülteci beklemedikleri bir tablo ile karşı karşıya kalmışlardır. Zira Yunanistan tarafına geçen birçok mülteci Yunan kolluk kuvvetleri ve paramiliter gruplar tarafından hukuksuz muamelelere maruz bırakılmış, AB ise tüm bu yaşananlara sessiz kalmıştır. Bu noktada Yunanistan’ın ilk hukuksuz adımı başbakan Kyriakos Mitsotakis’in çağrısı üzerine mülteci krizini görüşmek üzere toplanan Yunanistan Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından 02.03.2020 tarihi itibari ile iltica taleplerinin bir ay süreyle geçici olarak askıya alınmasına karar verilmesi şeklinde olmuştur. Halbuki Yunanistan’ın tarafı olduğu sözleşmeler uyarınca bu şekilde bir karar alması ve uygulama sergilemesi de hukuken mümkün değildir. Zira İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesinde “Herkes zulüm karşısında başka ülkelerde iltica talebinde bulunma ve iltica hakkından yararlanma hakkına sahiptir.” demek sureti ile taraf devletlere bu hakkın süreli-süresiz olarak kısıtlanması-engellenmesi yönünde bir imkan tanınmamıştır. Öte yandan, Yunanistan’ın 5 Nisan 1960 tarihinde kabul ettiği, 1967 tarihli New York protokolü ile kapsamı genişletilen Mültecilerin Hukuki Statüsüne dair 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 1. maddesi de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 14. maddesi doğrultusundadır.
27 Şubat’ta Suriye’nin İdlib kentinde Esad rejiminin hava saldırısı sonrası 33 askerimizin şehit olması üzerine alınan kararlardan bir tanesi de sınır bölgelerinde mali külfetlere katlanılarak yapılan mezkûr engellemelerde esnekliğe gidilmesi şeklinde olmuştur.
Söz konusu durum AB hukuku açısından ele alındığında da Yunanistan’ın mezkûr tavrının hukuka aykırı olduğu gözlemlenmektedir. Zira Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirgesi’nin 18. Maddesinin, “Sığınma hakkı, 28 Temmuz 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve mültecilerin statüsüne ilişkin 31 Ocak 1967 tarihli Protokol kuralları dikkate alınarak ve Avrupa Topluluğunu kuran anlaşmaya uygun olarak teminat altına alınmalıdır.” şeklindeki hükmü ile 19. Maddesinin “Toplu sınır dışı etmeler yasaktır. Hiç kimse, ölüm cezası, işkence veya başka insanlık dışı veya alçaltıcı muamele veya cezaya tabi tutulması konusunda ciddi bir tehlikenin bulunduğu bir Devlete geri gönderilemez, sınır dışı edilemez veya iade edilemez.” şeklindeki hükmü uyarınca da Yunanistan’ın tek taraflı olarak başvuru kabul etmediğini ilan etmesi kabul edilemezdir.
Yunanistan sınırlarına iltica amacıyla gelen mültecilere Yunanistan güvenlik güçlerince plastik ve gerçek mermilerle ateş edilmiş, sınırlardan uzak tutulmaları amacıyla gaz ve ses fişekleri ile müdahale edilmiş, Yunanistan’a deniz ve nehir üzerinden geçmek isteyen mültecilerin bulunduğu vasıtalara Yunanistan Sahil Güvenlik birimlerince batırılmaya çalışılmış, Yunanistan güvenlik güçlerince alıkonulan bazı mülteciler plastik cop ve çeşitli cisimlerle işkenceye maruz bırakılmış ve yarı çıplak şekilde Türkiye sınırına geri itilmişlerdir.
Her devletin sınır güvenliğini sağlama konusunda hak ve yetkisi bulunduğu kabul edilmektedir. Fakat Yunanistan sınırına gelen kişilerin iltica prosedürü kapsamında söz konusu bölgede bulunduğu göz önüne alındığında sınır güvenliği bahane edilerek Yunanistan’ın tarafından sergilenen söz konusu tavırların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “Yaşam Hakkı” başlıklı 2., “İşkence Yasağı” başlıklı 3. ve “Özel Yaşamın Ve Aile Yaşama Saygı Hakkı” başlıklı 8. maddelerine, Kişisel Ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin “Yaşama Hakkı” başlıklı 6. ve “İşkence Yasağı” başlıklı 7. Maddelerine, Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşmenin 3. Maddesine aykırılık teşkil ettiği, Yunanistan’ın bu açıdan uluslararası hukuku hiçe sayarak hareket ettiği müşahede edilmiştir.
Yunanistan’ın tüm hukuksuz müdahalelerine rağmen AB ise sessiz kalmayı tercih etmektedir. Söz konusu süreç, belirsizliğini halen korumaya devam etmekle beraber Yunanistan’ın ve AB’nin zikredilen gayriinsani tutumları sebebi ile Avrupa’ya gitme ümidini yitiren bir kısım mülteci Türkiye’deki eski hayatlarına geri dönmüş, bir kısım mülteci ise ümidini yitirmemiş, sınır bölgelerinde kalmaya devam etmişlerdir.
Her bir mülteci başkaları tarafından yok edilmiş hayatlarını, belirsiz geleceklerini bulma umuduyla sınırlara yönelmiştir. Bu durum mültecilerin içinde bulunduğu içler acısı durumu ortaya koymaktadır.
SONUÇ
Belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin sınırların açık olduğunu bildirdiği gecenin sabahında sanki bugünü beklermiş gibi sınır kapılarına hareket eden binlerce mültecinin yaş grupları, Türkiye’de bulundukları süre, bu süre içerisinde ne yaptıkları, vb. veriler dikkate alındığında sınıra yönelen mültecilerin çaresizliği ortaya çıkmaktadır. Her bir mülteci başkaları tarafından yok edilmiş hayatlarını, belirsiz geleceklerini bulma umuduyla sınırlara yönelmiştir. Bu durum mültecilerin içinde bulunduğu içler acısı durumu ortaya koymaktadır. Bu sebeple öncelikle Yunanistan olmak üzere benzer tutum takınan tüm ülkelerin mültecilere karşı insani ve hukuki tutumlar sergilemeleri gerekmektedir. Zira bugün resmi verilere göre dünya üzerinde sayıları 70,5 milyonu bulan mültecilerin de her insan gibi yaşam hakları uluslararası kabul görmüş birçok mevzuatta garanti altına alınmıştır. Bu yaşam hakkı umursanmaksızın mültecilerin siyasi, ekonomik, dini, güvenlik vb. kaygı ve gerilimlere kurban edilmesi kabul edilemezdir. Ne yazık ki, bu durum Türkiye’nin son zamanlardaki göç politikalarına belirleyen iki önemli etkenden biri olan Suriye’deki savaş bitse de bitmese de, giderek büyüyen bir kriz olmaya devam edecektir. Avrupa’nın mülteci krizinin artık sadece komşu ülkelerle sınırlı kalmadığını Avrupa’yı da doğrudan etkileyen bir gerçek halini aldığını görmesi gereklidir. Dolayısıyla Türkiye’nin deniz ve kara sınırlarından Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilere, Avrupa’nın artık siyasi, ekonomik ve dini bakış açılarını bir kenara bırakıp evrensel Mülteci Hukukunun kendilerine yükledikleri sorumlulukları yerine getirerek bu hukuk kapsamında mültecileri Avrupa’ya kabul etmesi gerekmektedir. Zira milyonlarca mülteci yükünü tek başına üstlenmesi istenen Türkiye’ye taahhüt edilen yardımların yapılmaması ve yine bu anlamada Türkiye ile yapılan anlaşmalara aykırı davranılması bu yükü Türkiye için katlanılamaz hale getirmiştir. Bu sebeple tüm devletlerin ve uluslararası kuruluşların, mülteci politikalarını yeniden gözden geçirmesi, evrensel insan haklarının güvence altına alındığı böyle bir dönemde en azından insanca yaşama hakkının gereği olan asgari insan haklarının tüm insanlara sağlanması anlamında kalıcı ve etkin çözümler bulması gerekmektedir. Aksi takdirde her geçen gün daha da içinden çıkılamaz bir hal alan mülteci krizinde bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir.
Avrupa’nın mülteci krizinin artık sadece komşu ülkelerle sınırlı kalmadığını Avrupa’yı da doğrudan etkileyen bir gerçek halini aldığını görmesi gereklidir.