Türkiye’de İnsan Haklarının Korunmasına Yönelik Somut Gelişmeler
Dr. Muhammed GÖÇGÜN
İnsan haklarının korunmasına yönelik hukuki araçların ortaya çıkmasında belirleyici olan bakış açısının; insana, eşyaya, dine ve bilginin kaynağına ilişkin sahip olduğu kabul ve yaptığı anlamlandırmanın insan hakları kavramının sübjektif yönüne dayanak teşkil ettiği söylenebilir. Söz konusu alanlara ilişkin sahip olunan mevcut kabul ve yapılan anlamlandırma biçimlerinin, egemen insan hakları teorisinin bilhassa 20. ve 21. yüzyıldaki uygulama tecrübesinin doğurduğu trajik sonuçlara engel olamadığı ortadadır. Bu ise ister istemez; insana, eşyaya, dine ve bilginin kaynağına yüklenen anlamın önemini açığa çıkarır. Açığa çıkan bu durum, en temelde hak ve bâtıl arasındaki farkın da bir tezahürüdür şüphesiz.
Batı medeniyetinden tüm insanlık için sâdır olabilecek adalet ve hakkaniyet temelli bir insan hakları uygulaması beklentisinin ütopikliğinin anlaşılması, insan haklarına ilişkin Batı referanslı kurumsal ve normatif gelişmelerin önemini tamamen ortadan kaldırmamıştır. Ne var ki bu durum, söz konusu gelişmelerin anlamını ve etkisini önemli ölçüde azaltmıştır. Daha açık ifadeyle; Batı kaynaklı/egemen insan hakları anlayışının pratiğinde hangi insana ne kadar değer verildiği; özellikle din, ırk, ideoloji ve yaşanılan coğrafya gibi kriterler söz konusu olduğunda uzun zamandan beri üretilen hukukî metinlere ne kadar bağlı kalındığı ve oluşturulan hukukî mekanizma ya da kurumların işlevselliğinin küresel ölçüde ne düzeyde sağlanabildiği gibi soruları cevaplamak, Batının insan hakları açısından sahip olduğu sicil dikkate alındığında zor değildir.
Durum böyle olmakla yani modern dünyada yürürlükte olan insan hakları anlayışına ve bu çerçevede Batının insan hakları uygulamalarına yönelik tespit ve itirazlarımız saklı kalmakla birlikte bu durum, mevcut tabloyu objektif bir şekilde okumanın önünde bir engel değildir. Öte yandan realiteyi yok saymak da bizi çözüme ulaştırmaz. Bu realite, hoşnut olalım ya da olmayalım, eleştirelim ya da eleştirmeyelim, insan haklarının korunmasına yönelik ürettiği hukuki metinler ve mekanizmalar sayesinde; prensip ortaya koyan, standart belirleyen, çerçeve çizen ve akredite eden konumundaki Batının, insan haklarının sistematik ve kurumsal olarak korunması iddiasının epeyce uzağında oluşumuzdur. Bu noktada adaletin tüm yeryüzünde ve tüm insanlar için tesisini hedef alacak bir vizyon ve bu vizyonun gerçekleşmesini sağlayacak somut çözüm önerileri geliştirmedikten ya da bu yönde somut bir gayretin içinde olmadıktan sonra yaptığımız eleştirilerin çok da anlamı olmayacağını itiraf etmek gerekir.
Temel vurguları yapıp mevcut duruma kısaca işaret ettikten sonra üzerinde durmak istediğimiz esas noktaya gelebiliriz. Bu nokta, uzun yıllar çeşitli kesimlerin hak ihlallerine maruz kaldığı/bırakıldığı ülkemizin insan haklarının korunmasına ve hak ihlallerinin ortadan kaldırılmasına yönelik hukuk sistemine dahil ettiği yargısal ve idarî mekanizmaların önemidir. Bu mekanizmalara kısaca değinerek ülkemizde hak ihlaline uğrayan ya da uğradığını iddia eden bir kişinin gerek yargı yoluna başvurmadan önce gerekse tüm iç hukuk yollarını tükettikten sonra başvurabileceği hukukî araçları ortaya koymaya çalışacağız.
ANAYASA MAHKEMESİNE BİREYSEL BAŞVURU
2010 Anayasa değişiklikleriyle hukukumuza iki temel mekanizma girmiştir. Bunlardan yargısal nitelikte olan, Anayasanın 148. maddesinde yapılan değişiklikle Anayasa Mahkemesine verilen bireysel başvuruları inceleyip karara bağlama yetkisidir. Aynı maddeye söz konusu değişiklikle eklenen 3. fıkraya göre ise : “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.” Dikkat edilirse bu değişiklikle bir hak ya da özgürlüğün ihlali iddiasında bulunabilmek için bu hak ve özgürlüğün hem AİHS’in hem Anayasamızın koruması kapsamında kalması gerekir. Ayrıca maddede bireysel başvuruya ilişkin usul ve esasların kanunla düzenleneceği de belirtilmiş olup bu hüküm doğrultusunda 2013 yılında kabul edilen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’da da bireysel başvurulara ilişkin bazı düzenlemelere yer verilmiştir. Böylelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Türk vatandaşları tarafından açılan davaların ve dolayısıyla Türkiye’nin tazminat ödemesi sonucunu doğuran kararların sayısında önemli bir azalmanın meydana gelmesi sağlanmıştır.
Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurular hakkında verdiği kararlarla; yaşam hakkı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ayrımcılık yasağı, adil yargılanma hakkı, mülkiyet hakkı, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı gibi konularda özgün ve önemli yaklaşımlar geliştirdiğini söyleyebiliriz. Buna ek olarak; başvurular üzerine yapılan incelemelerde başvurucuların haklarının ihlal edildiğine yönelik tespit yapılması durumunda bu ihlallerin tazminat ya da farklı yollarla ortadan kaldırılmasına hükmedildiği düşünüldüğünde bireysel başvuru mekanizmasının önemli ve etkili bir işlevinin bulunduğu da görülür. Örneğin; uzun yıllar ülkemizin gündemini meşgul eden ve binlerce mağduriyete neden olan başörtüsü yasağı konusunda verdiği üç önemli kararda Anayasa Mahkemesi; başörtülü bir avukatın1, başörtüsü nedeniyle üniversiteyle ilişiği kesilen bir öğrencinin2 ve aynı nedenle devlet memurluğundan çıkarılan bir kamu görevlisinin3 başvurularını incelemiştir. Mahkeme her bir kararında laiklik, din özgürlüğü, ayrımcılık yasağı gibi konularda önemli tespitler yaptıktan sonra doyurucu gerekçelerle başvurucuların çeşitli yönlerden hak ihlaline uğradığına hükmetmiştir. Öte yandan Anayasa Mahkemesi’nin; bazı internet sitelerine erişimin engellenmesi4 ya da tutuklu bazı gazeteciler hakkında5 verdiği kararlar ile imzacı akademisyenler hakkında6 verdiği kararlar da bireysel başvuru mekanizmasının önemini ortaya koymaya yetecek düzeydedir.
KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU
2010 Anayasa değişiklikleriyle hukukumuza giren bir diğer önemli müessese ise Kamu Denetçiliği Kurumuna başvurudur. Ombudsmanlık olarak da adlandırılan bu müessese ilk olarak İsveç’te ortaya çıkmış olsa da Osmanlı’da ve daha önceki Türk devletlerinde bu müesseseyle benzer işlevleri yerine getiren divan-ı hümayun ya da divan-ı mezalim gibi mekanizmalar mevcuttu. 2010 yılında Anayasanın 74. maddesinde yapılan değişiklikle herkesin, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkına sahip olduğu kabul edilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına bağlı olarak kurulan Kamu Denetçiliği Kurumunun idarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri inceleyeceği vurgulanmıştır. 74. maddenin 7. fıkrasında Kamu Denetçiliği Kurumunun kuruluşu, görevi, çalışması, inceleme sonucunda yapacağı işlemler ile Kamu Başdenetçisi ve kamu denetçilerinin nitelikleri, seçimi ve özlük haklarına ilişkin usul ve esasların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Bu hüküm doğrultusunda 2012 yılında 6328 sayılı Kamu Denetçiliği Kurumu Kanunu kabul edilmiştir. Kanun’un 1. maddesine göre Kanun’un amacı; kamu hizmetlerinin işleyişinde bağımsız ve etkin bir şikâyet mekanizması oluşturmak suretiyle, idarenin her türlü eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını; insan haklarına dayalı adalet anlayışı içinde, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve önerilerde bulunmak üzere Kamu Denetçiliği Kurumunu oluşturmaktır. TBMM’ye bağlı özgün bir kamu tüzel kişisi olan Kamu Denetçiliği Kurumu, idarenin işleyişine ilişkin her yıl çok sayıda başvuru kabul etmektedir. Bu başvuruların önemli bir kısmı temel hak ve özgürlüklere ilişkin olup bu durum, ombudsmanlığın ulusal insan hakları kurumlarının bir türü olmasıyla da alakalıdır. Diğer yandan Kurumun kararlarının idareler açısından bağlayıcı olmamasının, Kurumun 2019 yılındaki kararlarına idarelerce yüzde yetmiş beş oranında uyulduğu göz önünde bulundurulduğunda, Kamu Denetçiliği Kurumunun7 insan haklarının korunması açısından taşıdığı önemi azalttığı söylenemez.
TÜRKİYE İNSAN HAKLARİ VE EŞİTLİK KURUMU
Anayasa’da yer almamakla birlikte Adalet Bakanlığıyla ilişkili bir kamu tüzel kişisi olup daha önce 6332 sayılı Kanunla ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu adıyla kurulan Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu da insan onurunu temel alarak insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, kişilerin eşit muamele görme hakkının güvence altına alınması, hukuken tanınmış hak ve hürriyetlerden yararlanmada ayrımcılığın önlenmesi ile bu ilkeler doğrultusunda faaliyet göstermek, işkence ve kötü muameleyle etkin mücadele etmek ve bu konuda ulusal önleme mekanizması görevini yerine getirmek üzere hukukumuza 2016 yılında kabul edilen 6701 sayılı Kanunla girmiştir. 20 Aralık 1993’te BM Genel Kurulunda kabul edilen ve ulusal insan hakları kurumlarının taşıması gereken niteliklere dair çerçeveyi belirleyen temel bir metin niteliğindeki Paris Prensipleri doğrultusunda faaliyet gösteren İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun BM nezdinde henüz akredite edilmediğini belirtmek gerekir.
Ayrımcılık yasağı, eşitlik, işkence ve kötü muamele konuları başta olmak üzere insan haklarının her alanında faaliyet yürüten ve ulusal önleme mekanizması görevini de üstlenen Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun en önemli özelliklerinden biri, yapılan başvuruların yanı sıra re’sen harekete geçmek suretiyle de her türlü ayrımcılık ve hak ihlalleriyle mücadele ediyor olmasıdır. Bu, Kurumun Kamu Denetçiliği Kurumundan da ayrılan yanıdır aynı zamanda. Bununla birlikte vurgulamak gerekir ki Kurum, yalnızca ayrımcılık yasağı ihlalleri nedeniyle mağdur olduğunu iddia eden kişiler ile özgürlüğünden mahrum bırakılan ya da koruma altına alınan kişilerin ulusal önleme mekanizması kapsamındaki başvurularını kabul etmektedir. Kurumun ayırt edici bir diğer özelliği ise sadece idarelere değil özel hukuk kişilerine yöneltilen ayrımcılık iddiaları hakkında da inceleme yapabiliyor olmasıdır. Öte yandan Kurum, yaptığı incelemeler sonucunda idari para cezası verme yetkisine sahip olduğu gibi konusu suç teşkil eden insan hakları veya ayrımcılık yasağı ihlallerini tespit ettiği takdirde, bunlarla ilgili suç duyurusunda da bulunabilmektedir.
Sonuç yerine;
Ülkemizde bilhassa 2010 yılından itibaren yaşanan anayasal ve yasal gelişmeler, en azından insanımızın adaleti kendi ülkelerinde arayabilmelerini ve bulabilmelerini sağlamıştır. Adaleti yeryüzüne hakim kılmak idealine sahip bir medeniyetin mensupları olarak zulmün ve ifsadın ortadan kalktığı yeni bir dünyayı herkes için yaşanabilir kılmak gibi ağır bir sorumlulukla yüzleşmek durumundayız. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi ise siyaset, ekonomi, bilim ve teknoloji alanında güçlü ve öncü olmanın yanı sıra; tüm insanların can, mal, din, ırz ve aklının korunmasını teminat altına alan bir adalet anlayışına dayalı somut ve uygulanabilir hukuki araçların geliştirilmesiyle sağlanabilecektir.