Hangi Tabiî Hukuk?
Dr. Halit KORKUSUZ
Doğası gereği sosyal bir varlık olmasından ötürü insan çevresiyle sürekli bir ilişki ve iletişim içerisindedir. Bu ilişki ve iletişimlerin doğal bir sonucu olarak uyuşmazlıklar ve anlaşmazlıklar çıkmaktadır. Söz konusu bu uyuşmazlıkların çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Bu uyuşmazlıkların çözümünde insanın devletle münasebeti de kaçınılmazdır.
Hukuk gerek kamusal alanda gerekse insanlar arası ilişkilerde çıkan uyuşmazlıkları bir sistem ve kurallar bütünü içerisinde çeşitli yaptırımlara tabi tutarak, adaleti gaye edinen, adalete yönelmiş toplumsal yaşama biçimini oluşturan kurallar bütünü olarak tanımlanabilir. Hukuk hayatın her alanını düzenler ve nizam getirir. Peki bu nizamı ve düzeni tesis eden hangi hukuktur? Bu noktada karşımıza iki farklı kavram ve yaklaşım çıkmaktadır : Tabiî (doğal, ideal) hukuk ve pozitif hukuk. Neredeyse insan kadar eski bir tartışma olan bu iki temel hukuk doktrini savunucuları arasında geçen tartışmanın odak noktasını adalet kavramı oluşturmaktadır.
Pozitif hukuk doktrininin düşünürleri hukuku bir bilim olarak değerlendirir ve bu değerlendirmesinde hukukçunun konulara değer yargısı taşımadan yaklaşması, tarafsız olması, olması gerekeni yani ideali değil mevcut olanı incelemesi gerektiğini savunmuştur. Pozitif hukuk düşünürleri pozitif hukuku sistematize ederken hukukun geçerliliğini ve meşruluğunu sorgulama amacı taşıyanlar için her bir normun geçerliliğini kendisinden üstte yer alan norma dayandırdığı hiyerarşik bir yapı kurmuştur. Oluşturulan normlar hiyerarşisine göre hukuk kendi kendisini üretir ve hukuk oluşumunu yine bir üst basamakta yer alan hukuk normuna dayandırmaktadır. Pozitif hukuk düşünürleri, bütün hukuk düzeninin normlar hiyerarşisiyle idare edilebileceğini savunurlar.
Temel hukuk doktrini savunucuları arasında geçen tartışmanın odak noktasını adalet kavramı oluşturmaktadır.
Normal hiyerarşisi içerisinde en üst basamakta Anayasa yer almaktadır. Bunun yanında Anayasanın geçerliliği sorgulandığında ilk Anayasaya gidilmekte, Anayasanın meşruiyetini sağlayan hiyerarşik üst, teorik bir varsayımdan öteye gidememektedir. Son dönem tabii hukukçuları, sistematize edilen normlar hiyerarşisinde en üst norm basamağında adaletin bulunması gerektiğini, kurallar bütününün asli amacının adalet olduğunu belirtirler. Yani pozitif hukukun ürettiği normlar hiyerarşisinin en üst basamağında tabii hukuka açılan bir kapı vardır. Peki bu adalet kavramı neye göre belirlenecektir, yani kanun yapıcılarının oluşturduğu kurallar neye göre ve kime göre adildir, aynı şekilde bu kuralların uygulayıcılarının verdiği karar kime göre ve neye göre adil olarak görülecektir. Tabii hukukçuların hukuka ve adalet kavramına yükledikleri anlam gereği, hukuk, geçerliliğini adaletten yani adil olmasından almaktadır. Yani hukuk bizatihi adaletle tanımlanır. Hukuk sistemini oluşturan kanunların geçerliliği adil olmak zorunluluğuna tabi kılınmıştır. Kanun uygulayıcıları ancak adil hüküm verdikleri zaman kararları hukukilik kazanır. Kanunilik ve hukukilik tartışmasının temelinde doğal hukukun aradığı adalet kavrayışı bulunmaktadır. Tabii hukukçulara göre pozitif hukuk sistemini oluşturan kurallar kanun olarak adlandırılsa dahi, bunların şeklen doğru olması hukuki olduğu anlamına gelmez. Bir kanunu hukuki yapan adil olması, merkezine adaleti almasıdır. Tabii hukuk doktrinini savunan yazarlara göre; ihtiyaçları ve insan duygularını karşılamaya namzet hukuk alanı tabii hukuktur. Zamanla değişmeyen her koşulda ve şartta geçerli gerçek ilkelere sahiptir. Savunucularının yaşadığı
döneme göre farklılık gösterse de, kurallarını Yaratıcı’dan, akıldan veyahut doğadan aldığı düşünülür. Zamana ve mekana bağlı değildir, her zaman vardır. Doğal hukuk, en üstün ve en mükemmeldir. Yasaların geçerliliğini evrensel, vazgeçilemez değerlere atıfla değerlendiren bu anlayışın savunucularına göre hukuk zaten vardır, önemli olan onu bulup çıkartmaktır. Bu da ancak sürekli bir şekilde pozitif hukuku sorgulamak ve daima adaleti aramakla olacaktır. Tabii hukuk sürekli pozitif hukuku sorgular, çünkü adil olan ve bu sebepten hukuk olarak sayılabilen sadece tabii hukuktur. Pozitif hukuk kuralları ancak adil olduğu ölçüde hukukidir.
Kapsamının genişliği şüphe götürmez tabii hukuk anlayışı, bu kapsamından ötürü tarih boyunca çeşitli merkez noktaları etrafında farklı yaklaşımlar, ekoller doğurmuştur. Bu hukuk yaklaşımları bazı dönemlerde toplumu etkilemiş ve dönüştürmeye başlamış, kimi dönemlerdeyse toplumsal değişim ve dönüşümün sonucu olarak kendi merkez noktasına farklı bir kutsalı almıştır. Tabii hukukun merkezine aldığı kutsalına göre önemli üç yaklaşım mevcuttur. İnsanlık tarihinin farklı zamanlarında ortaya çıkan bu yaklaşımlar “Tabiat”, “Tanrı” ve “Akıl”dır. Bu yaklaşımların tamamında adil olan, merkezde bulunana göre belirlenir.
Daha çok ilk çağlarda kendisine karşılık bulan tabiatı merkeze alan yaklaşıma göre bir şey doğanın kurallarına uygunsa adildir. Bu kurama göre hukuk, doğada hâlihazırda zaten vardır. Amaç önceden kurulu düzeni keşfetmektir. İnsanoğlunun tabiat karşısındaki acizliğinin, doğaya uyum sağlama zorunluğunun tabiatı kutsallaştırma, ulvi olanı tabiata göre belirleme sonucunu çıkardığı savunulur.
Tabiatı da bir yaratanın olduğu, eğer bir kutsallık atfedilecekse bunun tabiata değil onu yaratana yöneltilmesi gerektiği düşüncesinin hakim olmaya başlamasıyla tabii hukuk anlayışında Tanrı merkeze alınmaya başlamıştır. Orta Çağın neredeyse tamamına egemen olduğunu söyleyebileceğimiz Tanrı’yı merkeze alan yaklaşıma göre, olması gereken ilahi mesajlarla bildirilmiştir. Hukuk sistemi ilahi olana yaklaştıkça asli amacına yani adalete yönelir. Aksi durumda, yani ilahi olandan uzaklaşıldıkça da adalete yönelmek zorlaşacaktır.
Laisizm ve sekülerizmin egemen olduğu Yeni Çağ ile birlikte tabiri caizse aklın kutsallaştırılmasının bir sonucu olarak tabii hukukçular aklı merkeze almış, bir kuralın adilliğini akla uygunluğuna göre değerlendirmişlerdir. Aklı merkeze alan yaklaşımda amaç tabii hukuku ilahi olanın hapsettiği kalıplardan kurtarmak, bağımsızlaştırmaktır. Yani hukuku dinden ve ilahi olandan soyutlamaktır. Tanrı’nın var olduğu, varsa bütün evreni ve doğayı yaratması gerekliliği ve yaratmış olsa dahi adil olup olmadığı sorularının metafizik olduğu ve aklın eseri olması gereken hukuk kurallarının içerisinde metafizik değerlendirmelerin olamayacağı bu sebeple hukukun yaratıcı kaynağının akıl olduğu savunulur. Bu çerçevede oldukça genel bir tanımla aklı merkezine alan tabii hukuk, insan davranışlarına ilişkin olarak evrende, doğada, insan doğasında rasyonel bir düzenin var olduğunu ve bu düzenin ilkelerinin insan aklı ile keşfedilebileceğini kabul eden yaklaşımdır.
Tabii hukuk anlayışının tarihin farklı dönemlerinde merkezine aldığı, kutsal kabul ettiği değerleri dönüştürmesi sonucu birbirine zıt şeyleri meşrulaştırmıştır şeklinde iddialı bir cümle kurmak yanlış olmayacaktır. İlahi olanı merkeze alan tabii hukuk anlayışı kuralcı yapıyı meşrulaştırırken, aklı merkeze alan tabii hukuk anlayışı temel hak ve özgürlükleri genişletmiş, devrimci fikirlerin yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Merkez noktasına göre tabii hukuk hem bireyin davranışlarına sınır koyan hem de bireye sınırsız bir özgürlük veren yapıya bürünebilmiştir. Bir dönem ideolojik temelli olarak ortak mülkiyet savunulmuş ve doğa yasası olduğu ileri sürülerek tabii hukuka dayandırılmış, başka bir dönem ise tabii hukuk düşüncesi özel mülkiyetin meşruiyetini temellendirmek için kullanılmıştır.
Şu ana değin ortaya konulan yaklaşımların tamamının tarihin her döneminde savunucuları olmakla birlikte baskın hale geldikleri dönemler yukarıdaki şekildedir. Tabiat karşısında aciz kalan insanoğlunun tabiatı kutsallaştırdığı gibi, yeni çağda tabiatı akıl ve bilim sayesinde kontrol ettiği ve egemenliği altına aldığı inancı aklı kutsallaştırmasına sebep olmuştur. Pozitif hukuk kurallarının üstünde bir tabii hukuk arayışı hiç şüphesiz içinde bir kutsallık arayışını barındırmaktadır. Bilimin teknik boyutta ilerlemesi ve aklın ön plana çıkmasıyla yeniçağ düşüncesinde hukukun da kutsallıklardan arındırılıp, insan aklının bir eseri olduğu savunusu tabii hukukun konumlandırılmasında aklın kutsallaştırıldığının bir göstergesidir.
İnsanlık tarihinin farklı zamanlarında ortaya çıkan bu yaklaşımlar “Tabiat”, “Tanrı” ve “Akıl”dır. Bu yaklaşımların tamamında adil olan, merkezde bulunana göre belirlenir.
Özetlemek gerekirse; pozitif hukuk metinleri devletlerin uyguladığı ve yürürlükte olan hukuktur. Pozitif hukukçular hukuk metinlerinin tabii hukuk gibi metafizik kavramlarla bir ilişkisi bulunmadığını dile getirseler de yürürlükteki her hukuk kuralı tabii hukuka göre tasarlanır. Esas mesele pozitif hukukun da üstündeki bu tabii hukukun merkezinde bulunan kutsaldır. Yukarıda da değinildiği üzere bu kutsal bazen doğa bazen tanrı bazen de akıldır. Günümüz hukuk metinleri dinden bağımsız bir şekilde aklı merkeze almış bir sistemin ürünüdür. Yani çağımız pozitif hukukunun kutsalı akıldır.
Hukuk sistemlerinin doğrudan muhatabı olan insanları tatmin etmeyen bir adalet anlayışı sorgulanmaya mahkûmdur. Adaletin sorgulanmaya başladığı toplumlarda insanlar yaşadıkları olaylar hakkında kendi adaletlerini kendileri sağlamayı arzu ederler ki bu durum hiçbir hukuk sisteminin kabul edebileceği bir durum değildir. Bundan dolayı her olay ve muhtemel durumlar hakkında hukuk sistemlerinin insanları tatmin edecek bir adalet mekanizmasını ve sistemini geliştirmeleri gerekmektedir. Yani insanların kendi kurallarını kendileri belirlememeleri ve uğradıkları muhtemel haksızlıklar karşısında cezalarını kendileri vermemeleri adına, haksızlığa ve yanlış uygulamalara maruz kalmış olan bu kişilerin hukuk sistemleri tarafından tatmin edilmiş olmaları ve söz konusu haksızlıkların giderilmesi ya da yanlış uygulamaların düzeltilmesi gerekmektedir.
Adaletin ve hukuk sistemlerinin meşruiyetinin tartışılması, aslında onlara dair inancın da zayıflığı anlamına gelmektedir. Bu kapsamda yaşanılan haksızlıklar, zulümler ve temeli olması gereken bakımından adalete dayanmayan hukuk sistemleri karşısında günümüzde akla atfedilen kutsallık da sorgulanmaya başlamıştır.
Adaletin ve hukuk sistemlerinin meşruiyetinin tartışılması, aslında onlara dair inancın da zayıflığı anlamına gelmektedir. Bu kapsamda yaşanılan haksızlıklar, zulümler ve temeli olması gereken bakımından adalete dayanmayan hukuk sistemleri karşısında günümüzde akla atfedilen kutsallık da sorgulanmaya başlamıştır. Hatta öyle ki, hukuk yapıcıları ilahi olanın hukukun merkezinde yer alması ve adaletin ilahi kurallara göre belirlenmesi gerektiğini yeniden tartışmaya açmışlardır. Yirmi birinci yüzyıl devletleri üç yüz yıllık kutsallaştırılmış aklı bir kenara bırakıp tabii hukukun merkezine ilahi olanı mı koyacaktır? Eğer süreç bu şekilde evrilirse bunun bir sonucu olarak pozitif hukuk metinlerinin din kaynaklı olması kaçınılmazdır. Tabii ki bu sürecin şekillenmesinde hukuk doktrini tartışmalarının yanı sıra uluslararası siyaset, göç, ekonomi, salgın hastalıklar ve savaşların da etkisi fazlasıyla olacaktır.