9 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Emperyalist Düzenin Dayattığı Evrensellik Algısının Çöküşü: İnsan Hakları Metinlerini Yeniden Düşünmek

Prof. Dr. Yusuf TEKİN

“Andolsun biz peygamberlerimizi açık kanıtlarla gönderdik,
beraberlerinde kitap ve adalet terazisini de indirdik ki insanlar
hakkaniyete uygun davransınlar. Bir de demiri indirdik ki onda
büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır. Böylece Allah, görmeden iman ederek kendisine ve peygamberlerine yardım edecekleri ortaya çıkaracaktır. Şüphesiz Allah güçlüdür, üstündür.”

Hadîd: 25

Kuşkusuz ki insan, kendi nefsinden başlayan ve dış dünyaya doğru genişleyen sürekli bir mücadele alanının içinde bulunmaktadır. Çok yönlü bir niteliğe sahip olan bu mücadelenin içsel boyutu, dışsal düzlemde devam eden birliktelik ya da karşıtlık temelli tüm ilişki ve uğraşıların da ana belirleyicisidir. Zira kişinin kendi nefsiyle kurduğu ilişkinin niteliği ve biçimi, dış dünyadaki uğraş ve münasebetlerinin hangi zemin üzerinde, nasıl bir istikameti hedef alarak ve ne türden ilke ve esaslara göre şekillendiğinin/şekilleneceğinin başlıca göstergesidir. Nefsiyle kurduğu ilişkiyi, kendisine emanet edilen geçici ömrü, muhatap olduğu imtihanın bilinci içinde şekillendiren kişinin dış dünyadaki varlığı ve misyonuyla, aynı ilişkiyi nefsine ve dış dünyaya dönük bir egemenlik ya da iktidar mücadelesine dönüştüren kişinin varlığı ve misyonu arasında derin farklılıkların bulunduğu / bulunacağı açıktır.

HAK PRATİĞİ İLE ÇELİŞEN İNSAN HAKLARİ METİNLERİ

Belirli hak ve özgürlüklerle birlikte doğan insanın, hem kendi nefsine hem de içine doğduğu zaman ve mekan örgüsüne verili insani ve doğal gerçekliğe karşı muhtelif sorumlulukları söz konusudur. Bu hak ve özgürlükler ile bahse konu sorumlulukların nelerden oluştuğu ve hangi alanları kapsadığı hususunda insanlığın ortak değerleri olduğu ya da olması gerektiği de açıktır. Ancak bu bağlamda, günümüz modern dünyasında bizlere dayatılan ve evrensel nitelikte olduğu iddia edilerek bağlayıcı olduğu ifade edilen metinlerin sözü edilen hak ve özgürlükleri tam anlamıyla karşılamadığı da açıktır.

Muhakkak ki, söz konusu metinler ve ihtiva ettikleri hükümler, insanın bireysel varlığına yapışık olan devredilemez ve vazgeçilemez nitelikteki hak ve özgürlükler için bu anlamda önemli birer hukuksal belgedir. Ancak, kadim insanlık tarihi boyunca süregelen mücadelelerin akışı içinde ve tüm insanlığın ortak katkılarıyla şekillenmiş olan bu belgeler, özü itibarıyla insan onurunu korumayı esas alan ve bunu bireysel, toplumsal, siyasal ve düşünsel nitelikli tüm ilişkiler düzeyine yaymaya çalışan hükümler vasıtasıyla eşit ve adil bir yaşam alanı oluşturma konusunda yeterli değildir.

Çünkü bütün insanların özgür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduğu, akıl ve vicdana sahip olduğu ön kabulüyle ve dil, din, cinsiyet, ırk ve benzeri bir ayrım gözetmeksizin herkes için geçerli olduğu varsayımıyla hayat bulan insan hakları belgeleri ve içerdiği hükümler, kendilerine yüklenen evrensel amaç ve misyondan çok, egemen güçler arasındaki iktidar mücadelelerinin öngördüğü sınırlılıklar içinde ve belirli coğrafyalar ile bu coğrafyalarda yaşayan muhtelif kişi, grup ve kimlikler için geçerli olan bir zeminde işlevsel olabilmektedir. Bir başka deyişle, eşit ve adil bir dünyanın oluşturulması için geliştirilmiş olan hükümlerin bizatihi kendisi yeryüzündeki eşitsizliğin ve adaletsizliğin kaynağı ya da en azından kamuflajı olabilmektedir.

Siyasal, ekonomik, kültürel, teknolojik ve askeri güç tekeline sahip olanlar, bu vasıflar bakımından görece daha az gelişmiş ya da bunlardan bütünüyle mahrum olanlar karşısında her türlü tasarrufta bulunabilmekte; kendileri için hak ve özgürlük olarak tanımladıkları düşünce, eylem ve süreçleri ‘ötekiler’ bakımından ihlal ve ihmal edilebilir olarak görebilmektedir. Bu bağlamda, ‘Beyaz’ ve ‘Batılı’ dünyanın ‘muktedir’ ve ‘muteber’ insanının daha konforlu şartlarda yaşaması için ‘ötekilerin’ yaşam hakkı kısıtlanabilmekte, ifade özgürlüğü sınırlandırılabilmekte, din ve vicdan hürriyeti askıya alınabilmekte, mülkiyet hakkı yok sayılabilmekte ve diğer hak kategorileri de benzer bir sömürü mekanizması içinde ‘egemenler’ lehine arzu edildiği şekilde işletilebilmektedir. Evrensel olduğu konusunda neredeyse tartışma dahi kabul etmeyen bu metinler ise, tanımlanan hegemonya ilişkisine meşruluk zemini oluşturma işlevi görmektedir.

Günümüz modern dünyasında bizlere dayatılan ve evrensel nitelikte olduğu iddia edilerek bağlayıcı olduğu ifade edilen metinlerin sözü edilen hak ve özgürlükleri tam anlamıyla karşılamadığı da açıktır.

İNSANA HAKLARINI, ONU SÖMÜRENLER Mİ VERECEK?

Reel politik dengelerin ahlaki değerlere galebe çaldığı ve güçlü olmak ile haklı olmak arasındaki ilişkinin bütünüyle asimetrik bir düzlemde seyrettiği günümüz dünyasının muhatap olduğu insani krizlerin kökeninde de Batı merkezli bu sömürü mekanizmasının bulunduğu açıktır. Söz konusu mekanizmanın bugünlerde en somut, en güncel ve en dramatik göstergesi ‘mülteci sorunu’ olarak dile getirilen ve her geçen gün büyüyen çok boyutlu krizdir. Egemen Batı’nın çıkar kavgalarının bir sonucu olarak savaş, iç savaş, yoksulluk, sefalet ve benzeri sebepler dolayısıyla gönüllü ya da zorunlu olarak göç eden veya yerinden edilen milyonlarca insanın maruz kaldığı ‘mültecilik hâlleri’ adeta insan hakları belgeleriyle tescillenen evrensel hak ve özgürlüklerin hangi koşullar altında ve kimler için geçerli olduğunun trajik kanıtlarını sunmaktadır. Açık sularda ölüme terk edilen kadınlar, sahillere vuran çocuk bedenleri, sınırlarda bekletilen, dövülen, her türlü işkence ve kötü muameleye maruz bırakılan yüzbinlerce sığınmacı ve ayaklar altına alınan insan onuru, bu trajedinin yalnızca çıplak gözle görülebilen acı örneklerini oluşturmaktadır. Kayda geçmeyen, görünmeyen, söze gelmeyen ve herhangi bir analize konu oluşturmayan nicesi ise ‘mültecilik hâllerinin’ sıradan güncesi olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir.

İnsan hak ve özgürlükleri ile demokratik değerlerin en yetkin örneğini oluşturduğu iddiasıyla dünyaya nizam vermeye çalışan ve mümkün olan her vesileyle insan haklarına vurgu yapan ülkeler, sınırlarına dayanan mülteciler karşısında sergiledikleri tutum ve davranışlarıyla, konuyu kendileri bakımından bir hak sorunu olarak telakki ettiklerini, ötekiler bakımından ise yalnızca bir retorik unsuru olarak ele aldıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Oysa egemenlerin kendi siyasal, ekonomik, ideolojik ve askeri çıkarları için talan ettikleri, sömürdükleri ve sömürmeye devam ettikleri coğrafyaların insanları, müsebbibi olmadıkları mağduriyetlerden kurtulmak ümidiyle ve salt retorikten ibaret olmadığını düşündükleri ‘insan hakları’ perspektifiyle bu ülkelere göç etmekte; evrensel düzeyde tanınmış ve onanmış hak ve özgürlüklerden yararlanarak yeni bir yaşam inşa etmenin gayretiyle hayata tutunmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu insanların vatanlarını terk etmelerine ve göçmen, mülteci ya da sığınmacı statüsüyle yaşamalarına sebep olanlar, söz konusu statülerin sağladığı hak ve özgürlüklerin kullanılmasına da engel olabilmekte; uğrunda dünyaya nizam vermeye çalıştıkları, gerçekte ise diğer ülkelerin iç işlerine müdahale aracı haline getirdikleri insan hakları söylemini askıya alabilmektedir. 

Her vesileyle insan haklarına vurgu yapan ülkeler, sınırlarına dayanan mülteciler karşısında sergiledikleri tutum ve davranışlarıyla, konuyu kendileri bakımından bir hak sorunu olarak telakki ettiklerini, ötekiler bakımından ise yalnızca bir retorik unsuru olarak ele aldıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

BATI TİPİ RİYAKÂRLIK

Türkiye-Yunanistan sınırında vuku bulan ve tüm dünyanın gözü önünde yaşanan mülteci dramı, bu durumun en son ve en somut örneğini en trajik biçimiyle ortaya koymakta; ‘Batı medeniyeti’ kamuflajıyla saklanmaya çalışılan ikiyüzlülüğün ve barbarlığın tüm gerçekliğiyle deşifre olduğu bir tarihsel momente de işaret etmektedir. Bir tarafta milyonlarca mülteciye yıllardır kol kanat geren ve ev sahipliği yapan Türkiye, diğer tarafta ise mültecilere ve dolayısıyla insanlığa ve insanî değerlere sırtını dönen Yunanistan, Avrupa Birliği ve nihayetinde ‘Büyük Batı Medeniyeti’. Kuşku yok ki, büyüklüğün söylemle, retorikle, güçle ve güçlü olmakla ilişkilendirildiği Batı tipi riyakârlığın, insanlık onurunu savunan ve kardeşlik bilinci içinde birlikte yaşamayı ve insani dayanışmayı ilke edinen hak mücadelesi karşısındaki vicdani yenilgisidir bu.

Ayağa kalk İnsan! İnsanlık onurunu yeniden ayağa kaldır!

Ancak bilinmesi gerekir ki, bu yenilgi, yalnızca insanlığın evrensel vicdanında makes bulmakla sınırlı bir momente atıfta bulunmamakta, aynı zamanda insanlık vicdanının reel politik düzlemde de ayağa kalktığı/kalkacağı yeni bir tarihsel başlangıç anına da işaret etmektedir. Yazının başında alıntılanan âyet-i  kerimede buyurulduğu üzere; gücü, salt demire hükmetmekle elde edilen kaba kuvvet üzerine değil, hikmet (kitap) ve adalete (mizan) dayalı insani kudret üzerine inşa edecek bu başlangıç ile, insan haklarını söylemsel düzeyden uygulama alanına indirmek mümkün olabilecek; İslamofobia, yükselen ırkçılık ve göçmen karşıtlığıyla malul Avrupa Birliği’nin sınırlarında yere düşen insanlık onuru yeniden ayağa kalkabilecektir.

İçinde bulunduğumuz konjonktürde başta mülteci sorunu olmak üzere, terör, cinsiyet, din ve inanç hürriyeti, aile ve toplumsal yapı gibi hayati konularda mevcut metinlerin Batının hegemonik düzenine hizmet ettiği aşikardır. Evrensel olduğu iddia edilen metinlerin tüm insanlığın temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almayı değil, egemen Batının çıkarlarını meşrulaştıracak kısmıyla dünya siyasal düzenine hizmet ettiği her geçen gün yeni bir somut olay neticesinde ortaya çıkmaktadır.

İNSAN, İNSAN HAKLARI BELGELERİNİN İÇİNE SIĞMAYACAK KADAR BÜYÜKTÜR!

Egemen Batı’nın kendi hegemonyasını devam ettirmek konusunda önemli bir işlev gören bu metinlerin yeniden tartışılması, içinde bulunduğumuz sorunlar karşısında elzemdir. Tıpkı Birleşmiş Milletler kurgusunda olduğu gibi, kendisini ve ürettiği değerleri egemen olarak tanımlayan Büyük Güçlerin siyasal hegemonyaları Sayın Cumhurbaşkanımızın başlattığı “Dünya beşten büyüktür” söylemiyle nasıl tartışmaya açıldıysa, evrensel olduğu iddia edilen ama bu hegemonya ilişkisine meşruluk zemini oluşturan bu metinlerin de yeniden tartışılması insani değerler açısından zorunludur.

Cihannüma Dergi’nin elinizdeki sayısının kapak konusu ile amacımız, bu metinleri tartışmaya açmak yolunda bir ilk adım atmak, Batı hegemonyasına hizmet eden metinler değil, İslam coğrafyası da dahil olmak üzere bütün insanlığın ortak değerlerinin korunmaya alındığı yeni insan hakları koruma metinlerinin oluşturulması sürecine katkı sunmaktır.

İnsanların vatanlarını terk etmelerine ve göçmen, mülteci ya da sığınmacı statüsüyle yaşamalarına sebep olanlar, söz konusu statülerin sağladığı hak ve özgürlüklerin kullanılmasına da engel olabilmekte; uğrunda dünyaya nizam vermeye çalıştıkları, gerçekte ise diğer ülkelerin iç işlerine müdahale aracı haline getirdikleri insan hakları söylemini askıya alabilmektedir.

Emperyalist Düzenin Dayattığı Evrensellik Algısı | Cihannüma

1. Kabul edeyim ki kendülerin âyinleri ve erkânları ne vechile câri ola-gelirse yine ol üslûb üzere âdetlerin ve
erkânların yerüne getüreler

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethi sonrasında Galata’daki Cenevizlilere/Katoliklere verdiği
Ahidnâme/Emannâme. Osmanlı Galata’yı savaşla değil Cenevizliler’den “Ahidname” ile aldı. Oradaki
Cenevizliler’e dokunulmadı

(Galata Ahitnamesi Görseli)

Whatsapp Whatsapp