Söyleşi
Prof. Dr. Sadettin Ökten
Şehir ve Medeniyet
Şehir olgusuna medeniyet açısından baktığımızda hayat tarzı ile mekân tasarımı arasında nasıl bir ilişki vardır?
Medeniyet kavramı bireysel ve toplumsal kimliği inşa eden ve yeryüzünde varoluşumuzu anlamlandıran temel kavramdır. Düşüncemize bir gözlemle başlayalım. Şehir olgusu fiziksel şehir mekânı ile toplumun bu mekanda yaşadığı hayat tarzından oluşuyor. Şehir mekânı ile şehirdeki hayat tarzı bir bütündür. Ve kimlikli şehirlerde hayat tarzı mekânı tanımlayan baskın unsurdur. Toplum, mensup olduğu medeniyete göre kendi hayat tarzını yaptığı tercihler doğrultusunda bir kompozisyon olarak kurgular. Ve bu hayat tarzını yaşamak için bir irade beyanında bulunur. Toplumsal ölçekte tanımlanmış hayat tarzını ki bu hayat tarzı aynı zamanda toplumsal kimliğin dışa vurumudur, yaşamak için uygun bir mekân yoksa o takdirde bir şehir kurar, onu inşa ve imar eder. Buradaki inşa sözcüğü fiziksel bir yapımı işaret etmektedir. İmar ise o yapıma giydirilen ve aksettirilen ruhtur. Toplumsal hayat tarzını yaşamak üzere bir şehir mekânı var ise, fakat bu mekân toplumsal hayat tarzının yaşanmasına tam anlamıyla izin vermiyorsa, bu takdirde mevcut olan şehir dönüştürülür. Fiziksel şehir mekânı toplumun arzu ettiği hayat tarzı ile uyumlu hale getirilir. Diğer bir husus ise şudur. Söz konusu şehir mekânı toplumun tercih ettiği hayat tarzı ile uyumlu ise, bu durumda o mekân titizlikle korunur, geliştirilir ve zenginleştirilir.
Şehir mekânı ve şehirde yaşanan hayat tarzı; mensup olunan medeniyet değerlerini hatırlatmalı, benimsetmeli ve sevdirmelidir.
Toplumun arzu ettiği hayat tarzını ne belirlemektedir ve içinde barındırdığı toplumların yaşantılarında şehir kendisini nasıl inşa eder?
Toplumun tercih ettiği hayat tarzı, bildiği, benimsediği ve inandığı değerler sisteminin uygulamaya geçirilip görünür hale gelmesinden ibarettir. Böylece toplumsal kimlik toplumun hem kendisi tarafından hem de öteki tarafından görünür, algılanır ve idrak edilir hale getirilir. Bu oluşun gerçekleşmesi için değerler sisteminin toplumsal bir kabul görmesi, bunun neticesi toplumda bir talep iradesinin oluşması ve bu iradenin de bir iktidar tarafından gerçekleştirilmesi gerekiyor. Toplumun inandığı ve kimliğini kendisinde bulduğu değerler sistemi ilkeleri de üretir. Bunlar medeniyetin temel yasalarıdır. Soyutturlar, zamandan ve mekândan bağımsızdırlar. Sadece değerlere bağlıdırlar. İlkelerden çıkarılan kurallar ise zamana ve mekâna bağlı olarak değişebilen somut kaidelerdir. Şehir mekânı ve şehirdeki hayat tarzı bu somut kaideler üzerine inşa edilir. Ancak geriye doğru düşünsel ve duygusal boyutu olan bir çözümleme yapıldığında buradan ilkelere ve değerlere ve değerler sistemine erişilebilir. Böylelikle şehir olgusunda yani şehrin fiziksel mekân kurgusunda ve oradaki hayat tarzında toplumun değerler sistemiyle olan ilişki ortaya çıkarılmış olur.
Şehir mekânı ile şehirdeki hayat tarzı bir bütündür.
Değerler sisteminin toplumda kabul görmesi, talep edilmesi ve bir iktidar tarafından gerçekleştirilmesi şehrin kuruluş ve dönüşümünü, inşa sürecini nasıl belirlemektedir?
Az önce ifade ettiğimiz gibi değerler üzerinde oluşan toplumsal mutabakat, bir temeldir. Bu mutabakata bağlı olarak toplumsal bir irade beyanı ortaya çıkar. Şehir olgusu da bu içinde yaşamak istenilen mekân ve bu mekandaki hayat tarzıdır. Bu iradeyi icra edecek bir iktidar o şehri kurarak, dönüştürerek ya da muhafaza ederek kimliğin temelini teşkil eden değerleri görünür hale getirir. Böylece inanılan değerler ile o değerlere bağlı yaşanan hayat tarzı ve o hayat tarzının tamamlayıcı cüzü olan şehir mekânı dengeli ve ahenkli bir kompozisyon oluştururlar. Böyle bir şehre bir medeniyetin özgün şehri diyoruz.
Bir mekân tasarımı bir yaşam biçimi olarak ahlak ve estetik açıdan şehir bize ne söylüyor?
Genel olarak hayata baktığımızda oradaki nesnel olay ve olgularda iki temel boyut görürüz. Bunların biri işlevsel, diğeri simgesel boyutlardır. İşlevsel boyut bedene ve akla hitap eder, onların ihtiyacına cevap verir. Simgesel boyut ise duyguya ve kalbe sesleniyor, onların ihtiyaçlarına cevap arıyor. Toplumsal yaşam için gerekli olan şehir de mekân ve hayat tarzı itibariyle bu iki boyutu içermektedir. Şehrin fiziksel mekânı öyle inşa edilmelidir ki bu mekânda istenilen hayat tarzı kolayca yaşanılabilsin, rahat ve güvenli olsun. Böylelikle toplumsal ölçekte inanılan değerler sistemi yaşanılan hayat tarzında açık bir şekilde görülebilir. Bu hayat tarzını ihlal etmek isteyen bir eylemi gerçekleştirmek ise yine bu şehir mekânında imkansız olmasa bile oldukça güç olmalıdır. Burada şehrin işlevsel boyutu ortaya çıkıyor. Bu şehre etik şehir adını veriyoruz. Bir şehir mekanının sadece az önce sözünü ettiğimiz niteliğe haiz olması insanı tatmin etmek açısından yeterli değildir. Şehir mekânı ve şehirde yaşanan hayat tarzı; mensup olunan medeniyet değerlerini hatırlatmalı, benimsetmeli ve sevdirmelidir de. Bu nitelikler ise şehir mekanının ve şehirde yaşanan hayat tarzının duyguya ve kalbe hitap eden simgesel özellikleridir. Böyle bir şehre de estetik şehir adını veriyoruz. Bir medeniyetin özgün şehri dengeli bir şekilde oluşmuş, etik ve estetik boyutlarıyla yani işlevsel ve simgesel cihetleriyle ve bunların hepsi toplumsal ölçekte inanılan değerler sistemine bağlı olarak ortaya çıkıyor.
Bir medeniyetin özgün şehri dengeli bir şekilde oluşmuş, etik ve estetik boyutlarıyla inanılan değerler sistemine bağlı olarak ortaya çıkıyor.
Türklerin, Orta Asya’da daha ziyade göçebe bir hayat tarzı benimsemiş olması sebebiyle şehircilik konusunda geri kaldıkları yönünde bir kanaat var. Oysa Türklerin kurduğu şehirler de var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Orta Asya’da, Maveraünnehir’de ve Horasan’da yer alan şehirlerin tarihine baktığımız zaman, doğudakilerin Çin, batıdakilerin İran tarafından kurulduğunu görüyoruz. Türkler şehir sahnesine ortaçağların sonunda modern zamanların başında aktif rol alarak çıkıyorlar. Ondan daha önceki zamanlarda ise şehir hayatına katılarak adeta bir deneyim ve eğitim sürecinden geçiyorlar. Söz konusu süreç, gayet başarılı geçmiştir ki bugün yukarıdaki sözü edilen şehirlerin fiziksel yapısında görülen özgün ve anıtsal kompozisyonlar Türkler’in eseridir.
Bazı Batılı yazar ve oryantalistlerin, İslam’ın şehirli bir din olduğu yönünde ifadeleri var. Bununla ne kastedilmektedir? Bu kanaate siz de katılıyor musunuz?
İslam dini bütün insanlara hitap ediyor. Orada kırsal ile şehir ayrımı söz konusu değil. Bununla beraber şehir hayatı, insan varoluşunun fevkalade karmaşık bütün veçhelerini ihata ettiği için ve İslam Medeniyeti’nde de bütün bu veçhelere cevap veren düşünce ve duygular bulunduğundan dolayı Batılılar İslam bir şehir dini diyebilirler. Kırsaldaki hayat beşeri işlevler itibariyle çok sade ve basittir. Bu durum kırsalda yaşayan bireyin içsel yolculuğunu ruhi ve manevi zenginliğini derinleştirmesine yardımcıdır. Şehirde ise hayat çok boyutlu ve girifttir. İslam medeniyeti bu girift hayatı da çözümlüyor. Aynı zamanda şehirde yaşayan insanın manevi yolculuğuna da rehberlik ediyor.
İslâm şehirlerini diğerlerinden, örneğin Batı şehirlerinden, ayırt eden ne gibi nitelikler vardır?
İslam şehirlerini Batı şehirlerinden ayıran temel nitelik, o şehirlerde gerek şehir mekânında gerekse şehirdeki hayat tarzında İslam Medeniyeti’ne ait değerlerin görünür, algılanır ve idrak edilir olması gerekliliğidir.
Modernitenin servete tamahkar yüzünü gösteren kapitalizmi, bireyi yalnız ve savunmasız bırakarak istismar etmek ister.
Osmanlı Devleti, medeniyetlere başkentlik yapmış şehirlere ayrı bir önem verirdi. Bağdat, Şam, Konstantinopolis, Budin, Viyana vb. Sizce, Osmanlı, İslam şehri formlarını Anadolu’ya ve Balkanlara taşımakla mı kaldı? Yoksa Osmanlının kendine özgü şehirler ürettiğini düşünüyor musunuz
Osmanlı vakıası İslam Medeniyeti’nin modern zamanların başlarında hem şehir mekânında hem de şehirdeki hayat tarzında ortaya koymuş olduğu özgün bir yorumudur. Osmanlılar Anadolu coğrafyasında Balkanlar’da ve daha kuzey ülkelerde hâkim oldukları şehirleri İslam Medeniyet Tasavvuru’nun kendi dönemlerindeki kurallarına göre dönüştürmüşler ve buralarda özgün şehir olguları gerçekleştirmişlerdir. Söz konusu kuralların İslam Medeniyeti’nin temel ilkelerine ve bu ilkeleri oluşturan değerlerine sadakatle bağlı olduğunu tekrar vurgulamalıyız. Genelde insanın özelde de Osmanlı insanının iki boyutu söz konusu idi. Osmanlı insanının simgesel boyutunu yani duygu ve gönül alemini tasavvufi hayatı tanımlamaktadır. Bu insan eylemleriyle kendi hayatını kurgularken ve bu hayatı yaşayacağı bir mekân inşa ederken şüphesiz duygusal boyutu yani tasavvufi ilgisini de o mekâna yansıtmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Osmanlı insanının tam bir terkip olduğudur. Çağdaş insanın bir boyutuyla modernist yani modernitenin değerlerine teslim olmuş, bir boyutuyla da hala İslami değerleri benimsemiş olduğu düşünülürse bu terkibin değeri ve özgünlüğü daha iyi anlaşılıyor.
Osmanlı şehrinde evler tek, en fazla iki katlı bir yapıydı. Mahalle kültürü ve İslâmî yaşam bu yapı tarzıyla iç içe geçmiş bir tarzda varlığını yüzyıllar boyu sürdürdü. Tanzimatla birlikte “apartman” kültürü şehirleri esir aldı. Apartmanlar mahalle/İslâm ortak yaşamı kültürünü tedrici bir şekilde yok etti. Modern Çağ olarak adlandırılan dönemde mahalle/İslâm kültürünü mimarî anlamda nasıl ihyâ edebiliriz?
Modernite Osmanlı’ya Sanayi Devrimi’yle birlikte girmiştir. Bu olgu Osmanlı şehrinde apartman tipi yerleşmelerle kendini gösteriyor. Modernitenin servete tamahkar yüzünü gösteren kapitalizmi, bireyi yalnız ve savunmasız bırakarak istismar etmek ister. Buna karşılık birey Osmanlı mahallesinde İslam Medeniyeti’nin temel rüknü olan cemaat vakıası içinde mutlu ve mahfuzdur. İnsanımız kapitalist tutkulardan arınabilirse, eski mahallenin tekrarı olmayan fakat o mahalleyi değer ve ilkelerin yeni bir yorumuyla ortaya çıkaracak olan kurallara göre inşa edilen yeni mahallesini de kuracaktır.
Geleneksel Osmanlı veya İslam kentleri ile modern kentlerde yoksulluk ile mücadele hakkında nasıl bir değerlendirme yapılabiliriz?
Modernitenin kapitalist versiyonu hayatı servet üzerinden değerlendiriyor. İslam Medeniyeti ise hayatı takva üzerinden değerlendirir. Kapitalizmin sosyal kademelenmede yoksula ihtiyacı vardır. Yoksul olmazsa varsıl varoluşunu kanıtlayamaz. İslam Medeniyeti’ne mensup insan ise servetin bir emanet olduğunu biliyor ve o servette, kendisine emanet edilmiştir, birçok kimsenin hissesi olduğunun da şuurundadır. Sadaka, zekât ve karz-ı hasen müesseselerinin çalıştığı bir toplumda modernist manada bir yoksul bulunmamaktadır. Kapitalizmin temel dinamiği olan faiz, bir realite olarak uygulamada kaldığı sürece kitlelerin yoksulluğu da derinleşerek devam eder.
Kapitalizm, şehirleri tek tipleştiriyor mu? Farklı kültürlere sahip olmalarına rağmen New York ile Tokyo’nun birbirine benzemesi nasıl yorumlanabilir? Birçok kadim medeniyette şehirlerin tipolojisinde görülen insan-kâinat-tanrı ilişkisinin yerini başka unsurlar mı aldı/alıyor?
Kadim şehirlerde doğal mekânın özellikleri şehir kurgusu için çok önemliydi. Bu özellikler topoğrafik olduğu kadar iklim ve bitki örtüsünü de içeriyor. Bu şehirleri kuran insanlar bu özellikleri ilahi bir iradenin eseri ya da lütfu olarak görüyorlar ve onlara dikkat, riayet ve hürmetle yaklaşıyorlardı. Burada insanın tabiata daha doğrusu tabiatı yaratana simgesel bir itaati ve bu itaatin görünerek ortaya çıkardığı edebi vardı. Modern zamanlarda ise insan tabiata hükmediyor vehmine kapıldı. Modern insan kendini tanımladığı bağlam içinde işlevlerini sıraladı ve buna göre tek tip bir mekân kurgusu üretti. Şehirler onun için birbirine benziyor. Bu benzeyişin ardında ilahi boyutu haiz olan çevreye hükmetme ihtirası yatmaktadır.
Şehirlerin birbirine benzeyişin ardında ilahi boyutu haiz olan çevreye hükmetme ihtirası yatmaktadır.
Teknolojik gelişmelerin yaşadığımız mekanlara ve şehirleşmeye olan etkilerine, insan fıtratına ve tabiata uyum perspektifinden, yön vermeye çalışırken temel alınacak ilkeler neler olmalıdır?
Modern insanın da seküler bağlamda teknoloji mi fıtrat mı ikilemine kesin bir cevap vermesi lazım. Modern insan kendinden üstün bir irade tanımayarak madde dünyasına yani teknolojiye hâkim oldu. Ve bu hakimiyetiyle bu imkana sahip olmayan toplumlar üzerinde dehşetli bir tahakküm mekanizması oluşturdu. Bu olgu ona büyük bir refah, servet ve hakimiyet getirdi. Ancak fıtratının yansımasını içeren iç dünyası bir türlü tatmin olmuyor. Buradan zuhur eden sıkıntılarını yine modern şehirde sahte avuntularla gidermek istiyor. Sahip olduğu maddi imkanlardan vazgeçmesi şu sıralar düşünülemez. Bizim insanımıza gelince İslam Medeniyeti’nin temel değerleriyle yetişen insanımız son dönemlerde kapitalizmin kendisine sunduğu imkanlarla şaşırmış vaziyettedir. İslam Medeniyeti ona simgesel bir boyut sunarken modernite işlevsel bir hayat yolu açıyor. Mesele işlevselliği reddetmeden onu belli bir düzeyde tutarak simgeselliğin yapıcı gücünü köreltmemektir. Modernite insanımızın zihnini ve duygu dünyasını kuşatarak benim dışımda bir hayat tarzı mümkün değildir dayatmasını yapmaktadır. İslam Medeniyeti ise hayatın ve ölümün sadece Allah’ın elinde olduğunu beyan etmektedir.
Yeni kentleri imar ve inşa eden zihinsel paradigma hakkında neler söyleyebilirsiniz? Onun entelektüel altyapısı ve kurucu büyük teorileri hakkında neler denebilir?
Şu anda ülkemizde inşa edilen yeni kentler modernitenin bir ürünü olan modern mimari Bauhaus felsefesine göre yapılmaktadır. Çünkü ülkemizde bu işin eğitimini veren kurumlarda başka bir mimari felsefenin cari olmadığını görüyoruz. İnşa faaliyeti de bireyin bütün eylemleri gibi medeniyetin kurucu öğesi olan ahlakın denetimine tabi olmalıdır. İnsan bireysel davranışlarında İslam Medeniyeti’nin ahlakı ilkelerine uyup inşa tercihlerinde modernitenin ahlakı prensiplerine tabi olursa, bu çelişki onda ciddi bir kişilik parçalanmasına sebep olur. Çok kez bunun farkına varmıyoruz.
Peki, modern kentler hangi açılardan Müslüman topluluğu gerçekleştirmeye engel teşkil ediyor? Modern kentlerde Müslüman bir topluluk olarak varlık göstermek mümkün olabilir mi ya da nasıl olabilir?
Modern kentlerde müslüman olarak var olamayız. Buradaki modern kent sözcüğü felsefi manada modernitenin ürettiği kent demektir. Daha önce ifade ettiğimiz üzere modernite de kendi değerleri, ilkeleri ve kuralları uyarınca kent inşa ediyor. İnşa ettiği kentin fiziksel yapısında ve o yapının içinde gerçekleşen hayat tarzında modernitenin kendine özgü değerleri, ilkeleri ve kuralları görülür, algılanır ve idrak edilir. İslam Medeniyeti’ne mensup bir bireyin bu yapı içinde var olması mümkün değildir. Çünkü işin özünde moderniteyle İslam Medeniyeti arasında değerler sistemi bakımından tam bir zıtlık vardır.
Şehir ve edep arasında nasıl bir ilişki vardır? Şehirde yaşamanın bir âdâb-ı muaşereti var mıdır?
İslam Medeniyeti’ne mensup bir insan yaşamak için gerekli olan teknolojiyi önce kendine, sonra yakın çevresine ve sonra bütün insanlığa hizmet amacıyla kullanıyor. Çünkü mensup olduğu İslam Medeniyeti’nin temel öğretisi budur. Modernitenin mensubu olan insan ise sahip olduğu teknolojiyi kendisine aşırı bir fayda sağlamak için ötekine tahakküm etmek maksadıyla kullanır. Çünkü onun da mensup olduğu medeniyet tasavvuru temel ilke itibarıyla bu yolu işaret etmektedir. İslam Medeniyeti haya duygusunu imanın temel bir rüknü olarak sayıyor. Bu medeniyete mensup insan Allah’ın hoşuna gitmeyen bir eylemi hatta bir düşünceyi varlığında barındırmak istemez. Böyle bir eylem ve düşünce gündemine geldiğinde önce Allah’tan haya eder. Şahsi ahlak ve bu ahlakın görünür hale geldiği eylemler bu kural etrafında şekilleniyor. Bir şehir kurmak veya var olan bir şehri dönüştürmek ya da bir şehirde yaşamak da bir eylemler kompozisyonu olduğu için, bütün bunlar İslam insanının haya ve bu hayanın görünür hale gelmiş olan edep ilkesinden bağımsız olamaz. Ayrıca şehir tabi bir veriler bütünü olan bir arazi üzerinde kuruluyor. İslam Medeniyeti’ne göre bu arazi ilahi bir emrin sonucunda vücuda geldi. İnsanın tasarrufuna tahsis edildi ve insana emanet edildi. Bu tabiat parçasının topoğrafyası, bitki örtüsü ve iklimi, ilahi iradenin tecellisinden ibarettir. İnsan kendisine emanet edilen bu arazi üzerine şehri inşa ediyor. Buradaki her türlü nispetin İlahi iradenin bir tecellisi neticesi olarak ortaya çıktığını düşünürsek, bu nispetlere riayet etmesinin bir edep ilkesinin icabı olduğunu idrak eder. Dolayısıyla yeryüzünden çok fazla yükselmeden diğer bir deyişle silüeti ihlal etmekten kaçınarak yatay bir mimari inşa etmenin zaruretini anlar. Böylelikle hem toprak ile hem de sema ile olan ilişkisini kesmemiş olur.
Şehirdeki mekân örgütlenmesi, o mekânı inşa eden ve ona ruh verip imar eden iradenin ve iktidarın sahip olduğu değerler sisteminin görünür, algılanır ve idrak edilir hale gelmesidir.
Hocam, şehirlerimiz gittikçe daha da kalabalıklaşıyor. Bu rağmen modern insan bir yalnızlık içerisinde. Kalabalıklaştıkça yalnızlaşmanın şehir mimarisiyle ilişkisi nedir?
Şehir mimarisi fiziksel olarak üretilmiş bir mekanlar örgütlenmesidir. Birkaç yerde de belirttiğim gibi bu örgütlenme insan eliyle bilinçli bir tercihin ürünü olan eylemler sonucu ortaya çıkmıştır. Bu bilinçli tercihin arka planında ise bu mimariyi üreten iktidarın inandığı medeniyet tasavvurunun değerler sistemi yer alıyor. Şu hâlde şehirdeki mekân örgütlenmesi, o mekânı inşa eden ve ona ruh verip imar eden iradenin ve iktidarın sahip olduğu değerler sisteminin görünür, algılanır ve idrak edilir hale gelmesidir. Böyle bir mekânsal örgütlenmede yaşayan insan, bu mekân içinde farkında olmayarak yahut olarak bu mekâna biçim ve ruh veren değerlerin etkisine maruz kalır. Ve zamanla bu değerler onun iç dünyasındaki yapılanmayı değiştirir. Başlangıçta kendi iç dünyasına giren bu yabancı değerler bu dünyada bir ikilem yaratır. Zamanla bu yabancı değerler etki alanını genişleterek kendilerini o bireyin duygu alemine kabul ettirirler. Birey artık o değerleri benimser ve sever hale gelir. Kendi şahsiyetindeki bu kırılmayı da çoğu kez fark etmiyor. Zaman zaman duyduğu iç huzursuzluk ise modernitenin ona sunduğu avuntularla örtülmeye çalışılmaktadır. Yalnızlık sadece fiziksel boyutuyla değil esas itibarıyla duygusal boyutuyla ortaya çıkan bir ruh halidir. Esas yalnızlık insanın kendisine dost hiçbir varoluşun bulunmaması hissidir. İslam Medeniyeti insanın asla yalnız olmadığını, her zaman her yerde Allah’la beraber olması lazım geldiğini beyan etmektedir. Modernite insanı bu kutsal beraberlikten mahrum eder. Özellikle kapitalist anlayış, insanın yalnız ve çaresiz kalmasını istiyor. Çünkü bu durumda insan savunmasızdır ve kapitalizmin sınır tanımayan hırsının kurbanı olmaktan başka bir seçeneği yoktur. Bu çaresiz insan kendisi gibi çaresizlerin arasında kalabalığın içinde kalmış tek ve zavallıdır. Kapitalist iştahın hırsa boğduğu bu birey yalnızlığını ve çaresizliğini bu kurtlar sofrasında tüketim çılgınlığı ile gidermek bahtsızlığına mahkûm edilmiştir. Modern şehir sadece nefse hitap eder. Bu hitap özellikle böyledir. Ruhun açlığına karşı hiçbir şey söylemiyor.
Hocam, vakit ayırıp, sorularımıza cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz.