Müslüman Bilincin İnşaası, Küresel Adaletin İfası
Prof. Dr. Kudret BÜLBÜL
20. yüzyıl Hindistan ulemasından Hasan En Nedvi, insanlığın karşılaştığı en acımasız, en vahşi, en kanlı iki savaştan biri olan 2. Dünya Savaşı sonrasında yazdığı kitapta, “Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?” diye sorar. Nedvi’nin sorusuna birçok açıdan yanıt aranabilir. Ama kaybettiğimiz müslüman bireyin bizatihi kendisi ise bu bireye dair şuur, bilinç ise bu temelsizlik(!) üzerine inşa edilecek her şeyin sonu zaten kayıp değil midir?
Müslüman bilinç açısından kaybettiğimiz o kadar çok şey var ki… Bu konunun analizi ciltler alabilir. En temelde neyi kaybettik diye sorarsak, bu kayıpların üzerindeki kayıp ya da bütün kayıpların anası kayıp!? Her halde bu emin insan, güvenilir insan olmaktır. Hz Peygamberin, kendisine peygamberlik verilmeden, İslâmı tebliğle görevlendirilmeden önce, Mekkeli müşrikler tarafından kendisine dair duyulan “emin insan” olabilmek...
Tıpkı Ebu Süfyan’ın Bizans Kralı Heraklitos’a söylediği gibi. Hani Medine’ye geldikten sonra, “artık burada devletimi kurdum, rahat edeyim” demez. Daha büyük bir aşkla dünya liderlerine, İslama davet için mektuplar yazar. Mektuplarından biri de Bizans İmpartoru Heraklitos’a ulaşır. İmparator, o zamanlar, Bizans sınırları içinde bulunan Şam’da bulunmaktadır. Mektup İmparator’un ilgisini çeker ve çevresindekilerden Hz. Peygamberi tanıyan birinin bulunmasını ister. O sıralarda, henüz Müslüman olmamış olan Ebu Süfyan da ticaret nedeniyle Şam’da bu lunmaktadır. Ebu Süfyan İmparatorun huzuruna çıkarılır. İmparator, Ebu Süfyan’a, eskiden çok önemsemedikleri bir coğrafyadan ve toplumdan bir kimsenin (Hz. Peygamber) kendisine ilgi çekici bir mektup yazdığından hareketle bu zatın kim olduğunu sorar. Ebu Süfyan ise şu minvalde cevap verir: Biz Onun söylediklerine inanmıyoruz. Getirdiklerini de kabul etmiyoruz. Onu ve getirdiklerini ortadan kaldırmak için Onunla savaş halindeyiz. Ama Onun yalan söylediği asla görülmemiştir. Sadece kendi düşüncesinden, meşrebinden, mezhebinden, ırkından, ülkesinden, ideolojisinden değil, kendisini yok etmek isteyenlerin bakışından da emin/güvenilir insan olabilmek. Kendi kendimize soralım. Acaba böyle miyiz? Böylesine emin insanlar olabilsek, dünyada hangi yürek, hangi gönül, hangi kalp fethedilmez? Hangi kapı açılmaz? Hangi söz, hangi makam ya da strateji emin insan olmanın yerini tutabilir?
En temelde neyi kaybettik diye sorarsak, bu kayıpların üzerindeki kayıp ya da bütün kayıpların anası kayıp!? Her halde bu emin insan, güvenilir insan olmaktır.
Bazen büyük görülen stratejiler uğruna ilkelerden feragat etmek, asıl büyük stratejiyi görememek demektir. Müslümanca duruşu kaybettiren bu stratejiler ne büyüktür, ne de müslümancadır. Müslüman bilincin gerekleri konusuna, emin insan olmanın yanı sıra, Merhum Aliya İzzet Begoviç’in bahsettiği iki unsuru, “eğitim ve birbirinden kopukluğu” da ekleyelim.
İslam dünyasında eğitim kurumları yok değil. Ama çoğu sanki Ortaçağa insan yetiştiriyor gibi. Çoğunun da insanlara neden eğitim verdiğine dair bir felsefesi yok. Oysa bugün ihtiyaç duyduğumuz Müslüman birey, bugünün gerektirdiği birikimle mücehhez olan, aldığı eğitimle bugünün dünyasını kavrayabilen bireydir.
Müslümanların birbirinden kopukluğu ise içler acısı. Çoğu Müslüman ülkenin ve bireyin zihin dünyasında, çok uzak bir coğrafyadaki Batılı bir ülke çok yakınken, komşusu Müslüman ülke ve o ülkenin bireyi çok daha uzaktadır. Bir taraftan içinde bulunduğumuz bu tür sorunlarla mücadele ederken, diğer taraftan nasıl bir dünya nasıl bir yükümlülük, sorumluluk bizi bekliyor?
Birkaç yıl önce bir STK organizyonu bağlamında Avrupa Parlamentosunda bir konuşma yapmıştım. O konuşmamda dünyanın bugün karşı karşıya kaldığı üç temel soruna işaret etmiştim. Adaletsizlik, paylaşımsızlık, farklılıklarla birlikte yaşayamamak. Nereye bakarsan, doğuya, batıya, kuzeye, güneye adaletsizlik diz boyu. Dünyada kıtlık sorunu yok. Ama imkanları olanların paylaşmaması, infakta bulunmaması, vermemesi nedeniyle insan ırkının önemli bir kısmı açlıktan ölümle karşı karşıya. Yaratılanı, yaratandan ötürü hoşgöremediği için farklı kültürlerin birlikte yaşayabilme potansiyeli gittikçe azalıyor.
İslam dünyasında eğitim kurumları yok değil. Ama çoğu sanki Ortaçağa insan yetiştiriyor gibi. Çoğunun da insanlara neden eğitim verdiğine dair bir felsefesi yok. Oysa bugün ihtiyaç duyduğumuz Müslüman birey, bugünün gerektirdiği birikimle mücehhez olan, aldığı eğitimle bugünün dünyasını kavrayabilen bireydir.
Oysa bu sorunlar, sadece insan soyunun karşı karşıya kaldığı sorunlardır.
- Ya hayvan soyunun sorunları,
- Bitkilerin, nebatatın sorunları,
- Havanın, suyun, toprağın kirlenmesi,
- Gezegenimizi bütün canlı ve cansız türleri ile yok edebilecek sorunlar vs.
Bugün sadece insanlığın değil, neredeyse canlılar âleminin sonunu getirebilecek, adeta dünyanın sonunu getirebilecek bir potansiyel, bu vahşet teknolojisine sahip Batılı birkaç liderin iki dudağının arasında. Fanatik Batılı bir liderin elinde bu silahların yaratacağı tehdidi düşünebiliyor musunuz?
Nitekim olmamış değil. ABD’nin Hiroşimaya atttığı atom bombası sonucu, bütün canlı ve cansız türleri ile birlikte 140 bin insan hayatını kaybetmişti. Diğer taraftan insanın bizatihi kendisini biyolojik silaha dönüştürebilecek yapay zeka çalışmaları..
Bütün bunlar olurken, günü geldiğinde, bunca masum nebatatın, tabiatın, hayvanatın, insanın “suçu neydi” diye sorulduğunda “Bize ne, kendi meşrebimizde, mezhebimizde, ülkemizde, ideolojimizde, düşüncemizde; elma şekerlerimizle, iç didişmelerimizle mutlu, mesut yaşamaktaydık, biz masumuz” diyebilecek miyiz?
- Müslüman bireyin sorumluluk alanı nedir? Nerede başlar nerede biter?
- Müslüman bireyin yeryüzündeki kızıl elması nedir?
- Ya peki Müslüman birey Allah’ın yeryüzündeki halifesi değil miydi?
- Hani bir zamanlar, Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde hakkı, iyiliği, hayrı tesis edecek, hükümlerimi uygulayacak bir halife yaratacağım” dememiş miydi?
Melekler de “Orada bozgunculuk yaratacak, kan dökecek birileri mi?” diye sormamış mıydı? Rabbimiz de “Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim” dememiş miydi?
Modern insanın geldiği “insan haklarının, adaletin ülkelerin iç işlerine hapsedilemeyeceği bu ayetlerde asırlar öncesinden belirtilmiş ise, yeryüzünde hakkı, iyiliği, adaleti tesis etmek en fazla Müslümanlara düşmez mi?
Bu anlamda hali hazırda var olan kuruluşların içinde yer alıp destek olmak.
İnsan hakları, adalet ve özgürlükler gibi değerli kavramları belirli ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda kullanma araçsallığından kurtarmak. Küresel adalet için gerekirse yeni kurumlar kurmak.
Ayette açıklıkla belirtildiği gibi, müslüman birey, Allah’ın yeryüzündeki halifesiyse ve görevi yeryüzünde düzen kurmak, imar etmek, hakkı, iyiliği, hayrı tesis etmek ise herhalde hepimize ilk düşen, bu bireyin inşasıdır.
Sadece meşrebine, mezhebine, ırkına, ülkesine, bölgesine, iç didişmelere gömülmeyerek kendini küresel düzeyde yeniden kuracak ve adalet terazisinden şaşmayacak olan; “zaman bendedir, mekan bana emanettir şuurunda” müslüman bilincin inşası…