Ekonomik Kalkınma Üzerine
Prof. Dr. Mahmut BİLEN
Modern iktisadın ortaya çıkışına zemin oluşturan endüstri devriminin geliştiği süreç, birçok şeyin olağan dışı hızla değişmesine yol açmıştır. Bunlardan en fazla dikkat çekeni ise bir yandan artan gelir düzeyi diğer yandan bu artan refahın dağılımındaki çarpıklıktır. Nitekim yüzyıllar boyunca dünyadaki kişi başına gelir düzeyi ortalama 400-500 $ düzeyinde seyir ederken, son birkaç yüzyılda kişi başına gelir hızla artarak 10,000 $ üzerine yükselmiştir (Maddison, 2001)1. Artan bu refahın dünyadaki bireyler veya ülkeler arasındaki dağılımına bakıldığında manzaranın oldukça vahim bir yapı arz etmekte olduğu görülmektedir. Nitekim dünyada gelirin ülkeler arasındaki dağılımını gösteren katsayı 1820 yılında 0,052 iken, bu değerin 1980 yılına gelindiğinde 0,53’e ulaştığı görülmektedir (Roser, 2019)3. Bu değerin 10 kattan daha fazla artmış olması, ülkeler arasındaki gelir dağılımının bu nispette artış gösterdiğini ortaya koymaktadır. İfade edilen bu durum bir başka karşılaştırma için analiz edildiğinde; dünyanın en zengin 5 ülkesi ile en yoksul 5 ülkesi arasında kişi başına gelir düzeyindeki farkın 1820 yılında 3 kat olduğu görülmektedir. Takip edilen yıllarda bu fark hızla artarak dünyada fiili sömürgeciliğin sonu olarak kabul edilen 1960 yılına gelindiğinde bu fark 30 kat düzeyine çıkarken, 2000 yılında aradaki farkın 80 kat, 2013 yılına gelindiğinde ise bu farkın 88 kat düzeyine yükseldiği görülmektedir (UNDP, Human Development Report)4. Anlaşılacağı gibi ülkeler arasındaki gelir farkının ifade edilen bu süreçte oldukça hızlı şekilde artmasının en önemli nedeninin, endüstriyel dönüşümü başarıp, teknolojik gelişmeyi sağlayarak hızlı büyüyen ülkeler ile ekonomisi büyük ölçüde tarımsal üretime bağlı olarak devam edip oldukça yavaş büyüyen ekonomiler şeklindeki ikili yapının olduğu görülecektir. Ülkeler arasındaki ifade edilen kalkınma farkının hangi nedenlerden kaynaklandığı sorusunu, modern iktisadın kurucusu olarak kabul edilen A. Smith “Ulusların Zenginliği” başlıklı eserinde analiz etmektedir. Bu farkın nedeninin geleneksel üretim yöntemleri ile üretim yapılan ekonomiler ile işbölümü ve uzmanlaşmanın avantajlarını kullanarak geniş pazarlara üretim yapan üretim yöntemleri kullanan ülkeler arasında gelişme farkının olacağını tespit etmektedir. Fark edileceği gibi üretimde hem işbölümü ve uzmanlaşma ile ölçek ekonomisinin olanaklarından yararlanarak maliyetleri düşürmenin önemine dikkat çekilirken, diğer yandan sadece yerel küçük pazara yönelik değil büyük ölçek düzeyinde üreterek sahip olduğu düşük maliyet avantajı ile bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler mottosu ile geniş pazara yönelik rekabetçi süreçler ile piyasa ekonomisinin rekabetçi süreçlerinin getireceği zenginliğe dikkat çekmekteydi. Diğer yandan piyasada başarılı olmanın kaynağını insanların birbirlerine yönelik merhamet duyguları ile iş yapmaktan daha ziyade kişisel çıkarlarını gözetecek eylemlerinin iktisadi anlamda etkinliği ve zenginliği sağlayacağına dikkat çekmekteydi. Bir fırıncının bizler için en iyi ekmeği yapmasının müşterilerine yönelik sevgi ve merhametinden ziyade rakiplerine yönelik bir avantaj sağlayarak daha fazla kazanma hırsının ve çıkarının belirleyici olduğuna dikkat çekerek piyasa mekanizmasının zengin yaratmadaki rolüne işaret etmekteydi.
Mübadele sürecine işlerlik sağlayan piyasa, herkesin en iyi yaptığı işten elde ettiği geliri ile yine başkalarının en iyi yaptığı işlerin mübadelesine olanak sağlayarak en iyilerin el değiştirdiği bir gelişmeye zemin oluşturmaktadır. Piyasa mekanizması üretim ve dağıtımın rekabetçi süreçleri içermesi ile bir tür başarısız olanların ayıklandığı bir gelişmeye neden olmaktadır. Piyasa savunucuları, piyasanın zenginlik yaratma süreçlerinin üretilen gelirin adil paylaşımı hakkında fazla değerlendirme yapmamışlardır. Klasik yaklaşımda her ne kadar emek değer teorisi üzerinde emeğin önemine dikkat çekilmekte ise de, üretilen değerden emek sahiplerinin düşük pay alması veya gelir dağılımının geniş toplum kesimleri aleyhine dağılmasını piyasanın doğal bir sonucu olmasını tam istihdama feda edilmesi gereken bir bedel olarak değerlendirilmiştir. A. Smith’in içinde bulunduğu iktisadi ekol, üretim faktörlerinin fiyatlarının piyasada belirlenmesini iktisadi etkinlik için bir sorun olarak değerlendirmemişlerdir. Ancak emeğe göre kıt olan sermayenin piyasada yüksek fiyat ve getiri ile mübadele edilmesi sonucu üretilen gelirin daha ziyade sermaye sahiplerine gitmesini önemli piyasa mekanizmasının doğal bir sonucu olarak görülmüştür. Buna karşın piyasa arzı fazla olan emeğin bol olmasından dolayı fiyatının/ücretin düşük düzeyde oluşmasından doğan düşük ücret ve getirisinin kaçınılmaz olarak düşük olması, gelir dağılımının emek sahipleri aleyhine olması yine çok önemli bir sorun olarak görülmemiştir.
Bir fırıncının bizler için en iyi ekmeği yapmasının müşterilerine yönelik sevgi ve merhametinden ziyade rakiplerine yönelik bir avantaj sağlayarak daha fazla kazanma hırsının ve çıkarının belirleyici olduğuna dikkat çekerek piyasa mekanizmasının zengin yaratmadaki rolüne işaret etmekteydi.
Modern iktisadın kurucusu A. Smith’in sorduğu sorunun bir benzerini günümüzde D. Acemoğlu7 ve J. Robinson “Ulusların Düşüşü” başlıklı eserlerinde iki asırdan fazla süre boyunca toplumda en fazla cevabı merak edilen sorunun cevabını bulmaya yönelmektedirler. Bu eserdeb hem tarihin derinliklerinden günümüze, hem de dünya coğrafyasındaki manzara üzerinden çok fazla sayıdaki ülke örnekleri ve analizi üzerinden bu sorunun cevabı bulunmak istenmektedir. Tarihin kritik dönemeçlerini (endüstri devriminden sonraki eşik, Avrupa’daki veba salgını sonrası feodal üretim ilişkilerinden piyasa eksenli yeni üretim ilişkilerine başarı ile geçilmesi gibi) iyi atlatan uluslar ve Schumpeter’in yaratıcı yıkım (matbaanın keşfinin yazıcılar üzerindeki etkisini, bilgisayarın icadı ile daktilonun maruz kaldığı sonuç kast edilmektedir) olarak ifade ettiği sürecin getireceği değişimi toplumda ilk etapta sağlıklı atlatan ulusların kalkınma için önemini tespit etmektedirler. Ancak Acemoğlu ve Robinson, uluslar arasındaki gelişme farkının kökeninin daha ziyade siyasal ve ekonomik sisteminin temellerini “kapsayıcı kurumsal yapıya” sahip olanlarla ile “dışlayıcı kurumsal yapıya” sahipler arasındaki farkın belirleyici olduğuna dikkat çekmektedirler. Kapsayıcı kurumsal yapıyı, ekonomide bütün kesimlerin ekonomik fırsatlara ulaşma konusunda eşit fırsatlara sahip olma durumu olarak değerlendirmektedir. Dışlayıcı kurumsal yapıyı ise ekonomide bazı kesimlerin, diğerlerinden farklı olarak ayrıcalık veya önceliğe sahip olacak şekilde imtiyaz gücüne sahip olan kurumların teşekkül edilmiş olması, siyaset ve büroktrasinin liyakat, yetkin olmak gibi kavramlardan daha ziyade politik ve çeşitli faktörlerle seçkin görülenleri önceleyen bir mekanizmanın keyfi uygulamalarının dizayn edildiği ekonomilere dikkat çekilmektedir. Bu bağlamda demokratik bir toplumda yasaların bütün bireylere eşit uygulandığı, ekonomide bütün bireylere eşit fırsatlar sunduğu ve kamusal kaynakların toplumdaki bütün kesimlere eşit fırsatlar sunacak şekilde oluşturulduğu kurumsal yapıya sahip olan ulusların, hızlı kalkındığını dünyadaki ülke örnekleri ortaya koymaktadır. Buna karşın ilk kuruluşundan itibaren bir ayrıcalıklı ailenin, sınıfın veya zümrenin siyasal yapıyı toplumda bazılarını imtiyazlı bazılarını ise sakıncalı şekilde tasnif edip ve ekonomik fırsatları daha çok ayrıcalıklı kabul etiği kesimlerin lehine tahsis edecek bir şekilde kurumsal yapıyı oluşturduğu ekonomilerin yavaş büyüdüğünü yine dünyadaki ülke örnekleri üzerinden göstermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin kurucu elitinin İttihat ve Terakki geleneği içinden gelenlerin imtiyazlı, bunlar dışında kalan geniş bir toplum kesiminin sakıncalı olarak görülmesinin ve bütün kurum ve yasaların bu hassasiyeti dikkate alacak şekilde dizayn edilmesinin Türkiye’nin ekonomik gelişmesinin nasıl bir zeminde gelişeceğini bir parça izah etmektedir. Kurucu elitin, yetersiz olan sermaye birikimi için giriştiği kendi sermayedarını üretme gayretinde, daha ziyade kimleri öncelediğini A. Buğra’nın “Devlet ve İşadamları”9 başlıklı kitabında bulabileceklerdir. Cumhuriyet elitinin kendi zenginini üretirken oldukça bilinçli şekilde hareket ettiğini ve İttihat ve Terakki geleneğinde olanları önceleyecek şekilde sürecin yönetildiğini açık şekilde ortaya koymaktadır. Bu kültürün aslında 1980 sonrası süreçte bir başka eksende benzer bir kültürü işletecek şekilde devam ettiğini ve bunun bir tür rövanş ve zengin yaratma kültürü yöntemine dönüştüğünü ancak bununun kalıcı bir küresel kalkınma hamlesine işlerlik kazandırmadığın tespit etmek gerekir.
Demokratik bir toplumda yasaların bütün bireylere eşit uygulandığı, ekonomide bütün bireylere eşit fırsatlar sunduğu ve kamusal kaynakların toplumdaki bütün kesimlere eşit fırsatlar sunacak şekilde oluşturulduğu kurumsal yapıya sahip olan ulusların, hızlı kalkındığını dünyadaki ülke örnekleri ortaya koymaktadır.
Başlarken ekonomik gelişme için önemine dikkat çekilen endüstrileşme sürecine erken katılan ulusların yukarı çıkınca merdiveni yukarı çekme konusundaki tutumlarının bu sürece geç katılan ulusların
ekonomik kalkınma süreçlerindeki rolünü Chang, “Sanayileşmenin Gizli
Tarihi”10 başlıklı kitabında analiz etmektedir. Chang endüstrileşme tarihini analiz etmekte ve her ulusun kendi endüstrisini gümrük duvarlarının arkasında ve kamu eli ile özellikle bebek endüstri dönemi boyunca
gözetilerek, desteklenerek geliştirildiğini, ABD, Almanya, Japonya ve
yakın tarih için Güney Kore üzerinden örnekler ile ortaya koymaktadır.
Devletin ekonomik kalkınma ve sanayileşme sürecinde oynadığı rolüne
dikkat çekilmektedir. Türkiye’de önde gelen otobüs ve minibüs üreticisi
olan TEMSA’nın üretimini durdurması haberinin duyulduğu bu günlerde, bir anda geçmişte yaşanan başarısızlığa maruz kalmış sanayileşme
çabaları akla gelmektedir. Vecihi Hürkuş’un çabaları Türkiye’de değil de
Almanya’da veya başka bir gelişmiş ülkede olmuş olsa idi, bugün dünyanın önemli bir hava sanayinin kurucusu olarak gururla insanlığa takdim
edilirdi. Devrim, Anadol arabası, Gümüş Motor ve daha nicelerinin yaşanmış tecrübesi Hürkuş’un hikayesinden pek farklı değildir. Bütün bu
gelişmeler çeşitli cepheleri ile Japonya tecrübesinde zeytin ağacı mı yetiştirmeli yoksa Toyota mı üretmenin bir ulusun ekonomik büyümesindeki rolünün nüansına denk gelmektedir11. Ülkelerin kalkınma farkını
izah etmeye yönelik ifade edilen üç önemli düşünürün tespitleri, aslında bir filin her biri bir tarafından tutarak gerçekliğin bir kısmına dikkat
çekmektedir. A. Smith’in dikkat çektiği nitelikli insan gücü, uzmanlaşma olmadan zenginliğin yaratılması mümkün değildir. Nitekim ekonomik büyüme literatürü beşeri sermayenin ekonomik büyümeyi açıklamaya yönelik literatürü oldukça kabarıktır. Bunun dışında A. Smith’in
dikkat çektiği piyasa veya fiyat mekanizmasının müthiş koordinasyon
gücü ve etkinliğinin önemini tespit etmeden yine kalkınmayı ancak
sosyalist rejim tecrübesindeki düzey kadar başarmak mümkün olacaktır.
Diğer yandan Acemoğlu’nun dikkat çektiği üretim sürecindeki kurucu
aktörün kurumların ve zenginlik yaratma sürecinin toplumdaki herkese
eşit düzeyde açık şekilde dizayn edildiği mekanizmanın önemini Güney
Amerika kıtasında rejimleri dizayn eden elitlerin yarattığı zenginlik ile
Kuzey Amerika’da kurucu babaların dizayn ettiği rejimin anayasal güvencesi arasındaki fark üzerinden değerlendirilebilir. İzah edildiği gibi
kendi sanayileşme çabalarımızın kamu ve özel kesimin etkin birlikteliğini sağlayacak bir hukuk ve ulusal çıkar motivasyonunun istenen
düzeyde oluşmamış olması, sanayileşme tarihimizin başarısızlığının en
önemli düzeyde kalkınma hikayemizin neden istenen düzeyde başarılı olamadığının nedenini açıklayacaktır. Bunun tersinin son günlerde
kamuoyunda çok konuşulanın elektrikle çalışan bir otomobil üretmeye
yönelik kat edilen gelişmenin (TOGG) toplumun geniş bir kesiminde
yüksek bir moral ve motivasyon oluşturduğu görülmektedir. Bunu daha
önceki tecrübelerde olduğu gibi hakir gören veya akamete uğramasına
yönelik tutumlar geçmişteki kadar etkili olmasa da yine var olduğu görülmektedir.
Vecihi Hürkuş’un çabaları Türkiye’de değil de Almanya’da veya başka bir gelişmiş ülkede olmuş olsa idi, bugün dünyanın önemli bir hava sanayinin kurucusu olarak gururla insanlığa takdim edilirdi.
Bu günlerde ABD’nin Çin karşısında verdiği yüksek miktardaki dış ticaret açığı nedeni ile gümrük duvarlarını yükseltmeye yönelik adımlarının, aslında küreselleşme politikalarını dünyaya empoze ederek kendine geniş pazarları açmaya yeltenen egemenlerin, oyun onların aleyhine sonuçlandığında, nasıl da oyunun kurallarının yeniden değiştirilmesinin gerekliliği hakkında cesurca hareket edebildiklerini ortaya koymaktadır. Trump, 1980 sonrası dünya sisteminin kurucu aktörleri olan egemenlerin Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF gibi küresel kurumları aracılığı ile gelişmekte olan ülkelere empoze ettikleri küreselleşme politikalarının artık geçerli olmadığını ve yeni bir ekonomi politiğin dizayn edildiğini en yüksek perdeden duyuran rolünü üstlenmiş görünmektedir. Üretim biçimlerinin oldukça hızlı şekilde yapı değiştirdiği ve küresel finans mekanizmasının ülkeler üzerindeki hegemonyal güce kavuştuğu çağımızda ülkelerin kendi ekonomilerini kontrol etme olanağı giderek azalmaktadır. Ancak bu sürecin her zamankinden daha fazla bilgi, beceri ve derin feraset gerektirdiği açıktır. Böyle bir ortamda kamunun çok daha etkin, kendi markalarını ve firmalarının geleceğine Trump kadar olmasa da özen göstermesi bir gerekliliktir. Ülkelerin ekonomik gücü firmalarının gücü ile yakından ilişkilidir. Her şeyin politik olana tahvil edildiği yerde, ekonominin kendi dinamiklerinin dikkate alınmaması halinde çok önemsediğimiz politik gücümüzün gelecekte pek bir öneminin kalmayacağının fark edilmesi gerekir.
Bunun tersinin son günlerde kamuoyunda çok konuşulan elektrikle çalışan bir otomobil üretmeye yönelik kat edilen gelişmenin (TOGG) toplumun geniş bir kesiminde yüksek bir moral ve motivasyon oluşturduğu görülmektedir.
Ekonomik kalkınma hikayemizi, yol ve inşaat yapmamın ötesine taşıyarak yeni teknolojik hamleler ve yüksek teknolojik ürün niteliğine sahip ürünlerin ve sektörlerin geliştirilmesi, içinde bulunduğumuz kritik eşiği aşmaya imkan sunacaktır. Piyasa değeri ülkelerin milli gelirini aşan son dönemde küresel bilişim firmalarının girdisi olan nitelikli insan gücümüzün etkin kullanılmasıyla doğru orantılıdır. Ülkemizin yetiştirdiği beşeri sermaye kaynağının doğru şekilde yönetmemize bağlıdır. Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi insan kaynağımızı eğiterek istihdam yerine işsizliğe neden olacak şekilde yanlış bir kaynak tahsis mekanizması ile hem bu günümüzü hem de geleceğimizi riske edebiliyoruz. Halbuki YÖK bir regülatör kurum olarak insan gücümüzü en doğru şekilde tahsis etmesi yerine ekonomik olanı politik olana feda etmek sureti ile ekonominin ihtiyacının çok üzerinde öğrenci kabul etmektedir. Yaklaşık olarak aynı düzeyde nüfusa sahip olduğumuz ve milli geliri ülkemizin 5 katı olmasına rağmen, bizim Almanya’dan iki kat daha fazla üniversite öğrenci sayısına sahip olmamız övünülecek bir yanımız değil, insan gücümüzü doğru tahsis etmediğimizi fark etmemize bağlıdır.
Ekonomik büyümenin en önemli kaynağı olan beşeri sermayemizi 2017 yılı için 253 bin olan beyin göçü ile yurtdışına gitmesi, diğer yönden yine ekonomimizin geleceği için kaygı duyulması gereken önemli bir alanı oluşturmaktadır. Yurtdışına göç eden içinde önemli (yaklaşık %50)12 kısmının mühendis ve bilişim uzmanı olduğu dikkate alındığında, ekonomik büyümenin kaynağı olacak üretici faktörümüzün etkin kullanılmamasına ait sorunların üzerinde düşülmesini gereğini ortaya koymaktadır. Son dönemde sayısı hızla artan üniversitelerimizin sanayi ile işbirliği içinde yenilik geliştirmesi ve rekabetçi ürünlerin dünya pazarına sunulmasının önemini fark etmez isek, inşaatın bizi getireceği yer kişi başına 10 bin $ düzeyinin üzerine çıkılsa da kalıcı olmamız pek mümkün olmayacaktır. Bu düzeyin kalkınma iktisadında “orta gelir tuzağı” olarak ifade edilen bir eşiği ifade ettiği ve bizim 2010 yılından bu yana bu eşiğin etrafında takılıp kaldığımız görülmektedir. Bu sürecin, özel sektör, üniversiteler ve kamu kurumlarının etkin işbirliği ile gerçekleşeceği açıktır. Bugün sorulması gereken soru, işini iyi yapanlara mı odaklıyız yoksa kurumlarda bizim gibilerin iyi pozisyonlara gelmesine mi? Aslında bu ülkenin hangi istikamette geleceğini kamu kaynaklarını tahsis ederken, kredileri verirken, kamu ihalelerini gerçekleştirirken, kamu atamalarını yaparken, liyakat ve hakkaniyetin öncelendiği mekanizmaları mı, yoksa önemli olan bizden olanların öncelenmesi mi gerektiği kararı, içinde bulunduğumuz konumu değiştirecektir. Kamusal süreci yönetenlerin kamu tercihi teorisinde dikkat çekilen motivasyonların (kamusal süreci kullananlar her zaman kendi kişisel çıkarlarını sıradan insanlar gibi öncelerler, politikacı oy maksimizasyonuna, bürokratın ise bürokratik güce ve bütçe maksimizasyonuna odaklı olduğunu ifade eder) ötesine geçilerek İslam’ın değerlerini önceleyecek bir duyarlılık ile yönetildiği sürecin bizim değerlerimiz ve geleceğimizin öncelediği liyakati ve hakkaniyeti önceleyecek şekilde kaynakların tahsis edilmesi belirleyecektir. Liyakati önceleyecek bir mekanizma, kurumlarımızın dışlayıcı olma yerine daha kapsayıcı olacakları ve toplumun bütün kesimlerine eşit fırsatlar sunan yapısının gelişeceği hukuk ve politik kültürün gelişmesine imkan sunacaktır. İfade edilen bu hususların dikkate alınmadığı yerde ne kendi yeteneklerinizi memleketinizde tutmanız mümkün olur, ne de kendi ürettiğiniz zenginliğinizi ve sermayenizi ülkenizde ekonomik kalkınma sürecinde değerlendirme olanağı. Dünyanın bu kadar hızlı döndüğü/entegre olduğu bir yerde sabit ayağımızın değerlerimizde kalması ve geri kalan ayağımızın dünyanın sunduğu fırsatların yakalanması için seyyar olması bir gerekliliktir.
Dünyanın bu kadar hızlı döndüğü/entegre olduğu bir yerde sabit ayağımızın değerlerimizde kalması ve geri kalan ayağımızın dünyanın sunduğu fırsatların yakalanması için seyyar olması bir gerekliliktir.