Cihannüma: Yolun İzinde
Çok değerli gönül dostlarımız, bugün Cihannüma ailesi olarak birlikte yepyeni bir yola çıkıyoruz. Birlikteliğimizi, ahdimizi yazılı bir metne döküp, dava arkadaşlığımızı farklı bir boyutta taçlandırmanın heyecanıyla yola çıkıyoruz. Tercihini ‘olmak’tan yana kullanan, pasif bir var oluşu değil, kendisini ve muhatap olduğu gerçekliği değiştirme arzu ve iddiasını taşıyan ve hayata karşı aktif bir var olmayı temsil eden bizlerin 2013 yılında yeniden tazelenen birlikteliğimizi bugün farklı bir noktaya taşıyoruz. Dünyadaki imtihanımızın başlangıcından beri süregelen hak-batıl mücadelesinin bir tarafı, on dört asırdır süregiden kutlu bir davanın taşıyıcısı, bin yıldır devam eden kardeşliğimizin teminatı olarak çıktığımız Cihannüma yolculuğunda yeni bir evre başlatıyoruz. Hepinizin bildiği gibi bizler Cihannüma’yı; insanî değerlerimize, ahlakî ilkelerimize ve inanç dünyamıza yönelen saldırıları bertaraf etmek üzere milli görüş ve yerli duruş ekseninde taraf olanların tarafında yer almak için beliren bir davanın hayat bulduğu bir zemin olarak ele aldık ve onu bu zeminde kurduk. Bu dava; günümüzdeki adı, hukuki kişiliği ve kurumsal geçmişi itibarıyla henüz yeni olsa da sosyolojik ve tarihsel derinliği itibarıyla kadim bir medeniyete dayanmakta; maziden atiye uzanan kutlu bir Yol’un izinde ve içinde neşvünema bulmaktadır.
Tercihini ‘olmak’tan yana kullanan, pasif bir var oluşu değil, kendisini ve muhatap olduğu gerçekliği değiştirme arzu ve iddiasını taşıyan ve hayata karşı aktif bir var olmayı temsil ediyoruz.
YOL
Bu yol, O’nun yoludur. Bir olanın yoludur. Her şeyin O’na muhtaç olduğu, hiçbir şeye ihtiyaç duymayanın yoludur. Kendisinden geldiğimiz ve yine kendisine döneceğimiz her şeyi var edenin yoludur. Her türlü zaman ve mekândan münezzeh ama bize şahdamarımızdan daha yakın olanın yoludur. Ve bizim yolumuzdur. Bir olanların, birlikte olanların, vahdette kesreti, kesrette vahdeti yakalayanların yoludur. Ümidin ve ümmetin yoludur. Hatırlayarak, ahde vefa göstererek, hakkını vererek, kardeşinin neşesini yaşayıp, tasasına sahip çıkarak ve belki yorularak yoğrulmanın yoludur. Yıkılmanın izzetini bilerek ayakta durmanın, yenilmenin hikmetini fehmederek nice kutlu yengiler kazanmanın yoludur. Bu yol yürümenin şerefine talip olarak var olmanın şükrünü idrak etmenin yoludur. Kendi ücrasına çekilen bir alçakgönüllülüğü kuşanarak ancak haksızlık karşısında susmayan eylemli şarkılar terennüm etmenin yoludur.
YOLCULUK
Yol yolculuğa işarettir. Yaratılmışların en şereflisi olma yolunda yüklendiğimiz sorumlulukla başladığımız ve dünya durdukça devam edecek kadim bir yolculuğumuz vardır aynı zamanda. Evet, bu zor ve çetin bir yolculuktur. Adı, sanı, araç ve aktörleri değişse de, amaç ve hedefleri değişmeyen bâtılla mücadele etmenin tüm güçlüklerini içeren ve nice tehlikelerle dolu ömürlük bir yolculuktur. Bu, her devrin ve bütün zamanların hakikat yolculuğudur. Bu yolculukta, bize tevdi edilen emaneti teslim edene kadar inancımızı sabit, gayretimizi diri, ümidimizi canlı tutmakla mükellefiz. Başladığımız yerde bitirmek için samimi bir aşkla, İbrahimî bir imanla, İsmailî bir fedakârlıkla ve Allah Resul’ünden aldığımız ilham ve örneklikle her gün yeniden inanmalı, sabır ve kararlılıkla yolculuğumuza devam etmeliyiz. Ancak ve sadece böyle başarabiliriz O’nun yolunda kalmayı ve sırat-ı müstakim üzere olmayı. Gerçi bu inanç ve sorumlulukla çıktığımız yolculukta, Cihannüma kimliği ile arz-ı endam edeli fazla bir zaman olmadı. Bu anlamda henüz yeniyiz. Ama ezeli ve ebedi Hakikate dayalı kadim bir yolun, yolculuğun içindeyiz. Asırlara sâri eskimeyen ve bitmeyen bir davanın müntesipleriyiz. Yani eskiyiz. Tam da bu nedenle, bizim davamızla yaşıt ve ona karşıt olanların hedefiyiz, hedefindeyiz. Çünkü bizler, dünyadaki imtihanımızın ilk anından başlayarak devam eden hak-batıl savaşının neferleriyiz. Bu yüzden diri kalmalı, zamanın ruhuna uygun, çağın ihtiyaçlarıyla uyumlu ve doğru araçlarla mücehhez olmalıyız. Aksi takdirde, bize reva görülene mahkûm olacağımız gibi, inanç dünyamızın asla kabullenemeyeceği bir zillete de duçar olabiliriz.
Bu yolculukta, bize tevdi edilen emaneti teslim edene kadar inancımızı sabit, gayretimizi diri, ümidimizi canlı tutmakla mükellef iz.
MiLLİ VE YERLİ DURUŞ DUVARI
Nitekim sadece Cihannüma’nın kuruluşunu müteakiben geçen şu kısa süre zarfında ülkemizin ve İslam ümmetinin maruz kaldığı darbe girişimi, savaş, iç savaş, kitlesel göç ve benzeri hadiseler bile mevzuun ne denli derin bir karşıtlığa dayandığını ve varoluşsal bir çerçeveye oturduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin 15 Temmuz’da yaşanan hadise, asırlardır tekrarlanan ülkemizi teslim alma çabalarının bir denemesinden başka bir şey değildir. Bu tarz ihanet girişimleri her dönemde olduğu gibi bu seferinde de millî ve yerli bir duruşun ördüğü duvara toslamıştır. Bizler de Cihannüma ailesi olarak bize has olan millî ve yerli duruşumuzla, gazi ve şehitlerimizle o süreçte üzerimize düşeni yaptık, bundan sonra da yapacağımızı bir ‘söz’ olarak tarihe kayıt düşmek isteriz. Ancak unutmamamız gerekir ki, 15 Temmuz ve benzeri hadiseler, hiç bitmeyen bir karşıtlığın ve hak-bâtıl kavgasının sadece zamansal açıdan farklılaşan senaryoları ve hemen hemen birbirinin aynı olan senaryoların yeniden sahnelenmesidir sadece. Bu tür girişimlerin tekrarlanacağının bilincinde olan bir uyanıklığı kuşanmalıyız bu nedenle. İşte Cihannüma ailesi olarak bizlere tam da bu noktada büyük bir görev düşmektedir: Şehit ve gazilerimizin yoluna sahip çıkma görevi. Bugün FETÖ, yarın ise başka bir ad altında tecessüm eden, edecek olan ihanet odakları, mensubu oldukları medeniyet değerleri ve inanç dünyasından
aldıkları güçle bertaraf eden şehit ve gazilerimizin manevi miraslarına sahip çıkmak için öncelikle ne ile sınırlı ve neye karşı sorumlu olduğumuzu bilmek zorundayız. Bizler, tıpkı şehit ve gazilerimiz gibi, ebedî sadakatimizi sürekli bir itaat bilinciyle devam ettirmek, bu kadim davanın yaşadığımız çağdaki neferleri olarak, üstlendiğimiz sorumluluğu hakkıyla yerine getirmek zorundayız.
BİLMEK VE BİLDİĞİNİN HAKKINI VERMEK
Tefekküre olanak sağlayan her şeyde olduğu gibi, bu vesileyle de, bir kez daha ve güçlü bir biçimde, hem bireysel hem de toplumsal olarak kendimizi sorgulamalı, başta İslam coğrafyası olmak üzere dünya üzerinde sürüp giden haksızlıkların üstesinden nasıl gelinebileceği üzerine düşünmeliyiz. Yarınlarımıza dair umut ve hedeflerimizi daha güçlü şekilde sahiplenmek, bir ve birlikte olmanın bereketiyle feyizlenmek, karşılıklı güven ve dayanışmanın hikmetiyle öğrenmek, ortak gayret ve yardımlaşmanın bilinciyle güçlenmek için kendimizi ve ötekini “okumalı”, “tanımalı” ve kendimizi yaşam pratiklerimize yansıttığımız eylemlerle inşa etmeliyiz. Geldiğimiz noktada, her zamankinden daha duyarlı, daha hassas, daha feraset sahibi olmamız gereken bir mücadele döneminin tam da içindeyiz. Çünkü bazen bildiğimizle amel etmek yerine, zamanın ruhuna teslim olmayı seçiyor, tercih edebiliyoruz. Bildiğimizi bilmezlikten gelebiliyor, ona karşı duyarsız davranabiliyoruz. Bazen haklı öfkelerimiz sebebiyle sevdiklerimize kırılıyor, bazen yaşadığımız derin hayal kırıklıklarıyla bilmekten, daha fazla bilmekten ve en iyiyi bilmekten vazgeçme eğilimine giriyoruz. Ve nihayetinde bildiğimize sırt dönmenin bedelini bildiğimizi unutarak ödüyoruz.
Oysa bizler yaptıklarımızla yapmadıklarımızla, seçtiklerimizle seçmediklerimizle, öne aldıklarımızla sonraya bıraktıklarımızla, sadakat gösterdiklerimizle terk ettiklerimizle, yanında durduklarımızla karşısında olduklarımızla sürekli bir tercihte bulunuyoruz. Hayatın güncel akışı içinde cereyan eden her olay ve durum karşısında tekrar eden bu tercihlere karşı kendi bilmemize uygun hareket etmekten vazgeçme lüksümüz, bildiğimizi unutma hakkımız yok bizim. Çünkü bizim bilmemiz zulme karşı adalet içindir. Yalana karşı doğruyu, ezene karşı ezileni, vurana karşı düşeni savunmak içindir. Hakkı batıla karşı, izzeti zillete karşı korumak içindir. Bu nedenle biz bildiğimizden geri adım atamayız, ona sırt çevirip onu unutmak gibi bir gafletin içine düşemeyiz. Bilmek ve bildiğimizin hakkını vermek zorundayız. Dünden aldığımız güçle yarınlara şekil vermek için bilmek ve bilgimizle hemhal olmak zorundayız. Hayata karşı müdahil olmak ve varlıklar alemindeki müstesna yerimizi hak etmek için bilmek ve bilgimizle seçmek zorundayız. Cehalete karşı hikmeti dilemek, menfaate karşı maslahatı öncelemek, geçici olana karşı kalıcı olanı tercih etmek için bilmek, bilgilenmek ve bilgilendirmek zorundayız.
Bazen haklı öfkelerimiz sebebiyle sevdiklerimize kırılıyor, bazen yaşadığımız derin hayal kırıklıklarıyla bilmekten, daha fazla bilmekten ve en iyiyi bilmekten vazgeçme eğilimine giriyoruz.
Ancak böyle savuşturabiliriz kimliğimize yönelen amansız saldırıları. Böyle başarabiliriz bizi biz eden bilgiyle yoğrulmayı, ayakta kalmayı, gür sesle ve dik durarak “işte buradayız” demeyi. İnsanlığın kurtuluşu için gönderilmiş olanı bilip O’na tabi olmanın mutluluğunu böyle yaşayabilir ve bunu yekdiğerine ulaştırmanın sorumluluğunu böyle yüklenebiliriz. Pasif bir kabulleniş değil, aktif bir var olma şiarımızdır. Bu anlamda hepimiz içine doğduğumuz zamanın ve bu zamana verili gerçekliğin çocuklarıyız. Onun tarafından biçimleniyor, onun tarafından yönetiliyor, onun tarafından yönlendiriliyoruz. Hiçbir erdemini sahiplenecek kadar müdahil, hiçbir günahını üstlenecek kadar mücrim değiliz henüz. Ama yine de, içine doğduğumuz zamanın erdemli ya da günahkâr karakterinden payımıza düşeni alacak denli pasif ve edilgeniz. Bu, bir tarafımız… Çünkü biz insanız, eşref-i mahlûkatız, yani yaratılmışların en şereflisi, tüm varlıklar âleminin en değerli üyesiyiz. Bizi sınırlayanı aşabilme, bizi biçimlendireni değiştirebilme kudret ve istidadına sahibiz. Yöneldiğimiz ‘şeyi’ yönetebilir, eşyanın hakikatine nüfuz edebilir, çoğaltarak erdemleri kendimizi daha soylu bir yaşamın sahibi kılabiliriz. Bu da, diğer tarafımız… Bu iki taraf arasındaki serüvenden ibarettir kısa yaşamımız. Verili halde bulduğumuz gerçekliği günahı ve sevabıyla birlikte kabul eden pasif bir var oluşu mu, yoksa onu değiştirme arzu ve iddiasını taşıyan aktif bir var olmayı mı tercih edeceğiz? İşte, yazarın dediği gibi, bütün meselemiz: Olmak ya da olmamak… Biz, burada, tercihimizi ‘olmak’tan yana kullanıyor, pasif bir var oluşu değil, kendimizi ve muhatap olduğumuz gerçekliği değiştirme arzu ve iddiasını taşıyan aktif bir var olmayı seçiyoruz. Bu seçimle ilga ediyor, bu seçimle inşa ediyor, bu seçimle ihya ediyoruz. Bizler, “iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan” o mutlak ve kadim emre muhatap olduğumuz andan itibaren hep bunu yaptık, yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. İşte geçmişten günümüzde dek süren bütün mücadelelere hayat veren düşünce ve duyuş dünyamız. Unutmayalım ki, birlikteliğimiz sayesinde yarınlarımıza dair umut ve hedeflerimizi daha güçlü şekilde sahipleniyor, bir ve birlikte olmanın bereketiyle büyüyor, karşılıklı güven ve dayanışmanın hikmetiyle öğreniyor, ortak gayret ve yardımlaşmanın bilinciyle güçleniyoruz. Rabbim, bu birlik ve beraberliğimizi daim ve yolumuzu açık etsin. Bu yeni adım mübarek olsun!
Bu yolda: Korkmadık! Haksızlık karşısında susup zulme rıza göstermedik. Hesap yapmadık! Kişisel ya da zümrevî çıkarlarımızın ardına düşüp davamıza ihanet etmedik. Cehd ettik! Bize ait olan ama bizde olmayan hakikatlerin peşine düştük. Unutmadık! İnsanların ya yaratılışta eşimiz ya dinde kardeşimiz olduğu gerçeğine iman ettik. Hatırladık! Kimsesizlerin kimsesi olmanın hikmetini kavradık. Bir olduk! Birlikte ve bir arada yaşamanın erdemini kuşandık. Ve amenna dedik! Yokluğa da varlığa da amenna dedik. Millet olduk! İşte bizim dünyadaki ezeli ve ebedi serencamımız. İşte bizim dünya durdukça yaşayacak davamız.