Şuur ve Misyon
Doç. Dr. Kemal ŞAMLIOĞLU
İslâm uygarlığı, nübüvvetin ilk yıllarından itibaren Müslüman fıtratın en temel özelliklerini her şeyden önce nesillere doğru sirayet ettirmenin önemi üzerinde durmuştur. Bu bağlamda Anadolu coğrafyasının ve İslâm mayasının asırlardır gelenek adı altında ortak davranış prensiplerini birer öğüt hâlinde didaktik bir formasyona dönüştürmesi, ortak kültür kodları olarak belirmiş değer alanının edebî metinlerde ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur.
Nesillerin nasıl yetiştirileceği ve medeniyetin nasıl ihya edileceği, Ahmet Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’i, Mevlânâ’nın Mesnevî-i Mânevî’si veya Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde yüzyılları aşan bir hikmet bilgisiyle hep aynı ortak değer alanına yapılan vurgu, irfanın sürekliliğini ancak bir gençlik idealiyle sürdürülebilir kılınacağına yönelik önemli bir işarettir. İnsan düşüncesinin şartlarını Müslümanca ideallerden başlatmak, varacağı yeri de kestirmek bakımından önemlidir. Çünkü bu Müslümanca çıkış, ahlâkî ve ruhî terbiyenin medeniyet taşıyıcı dinamik bir gençlik düşüncesiyle sıkı sıkıya bağlı ve gerekli olacağının şartlarını barındırır.
Nakledilen her harf ve her davranış prensibi, yaşayan uygarlık gerçeğinin oluşumsal temellerindeki devamlılığa gönderme yapar. Müslüman bir hayatın bir asırlık karakter macerası, bir medeniyetin bir asırlık mihenk taşıdır. İnsan toplumunun ataları ve çağdaşları fiziki her türlü zorluğu yaşamayı göze alabilirler ama köksüz yaşayamazlar. Böyle bir açıdan bakıldığında ideal genç, aynı zamanda ideal kültürün ve medeniyetin de doğrudan temsilini verir. Çünkü çağları aşan en büyük hastalık, unutmaktır; unutanlar maziyi ve tarihsel gerçekliği kaybedenlerdir.
Mehmet Âkif merhumun Âsım ideal tipi üzerinden inşa etmeye çalıştığı gençlik kılavuzu, Devlet-i Aliyye’nin en buhranlı yıllarında ümmet çocuklarının uğradığı felaketler karşısında bile din-i mübin’i muhafaza etmekten geri durmayan bir ideal gençlik tipini gösterir. Bu bakımdan Âsım, ideal Müslüman gencinin temel faziletlerini üzerinde toplayan bir karakter olarak toplumun tam da en ihtiyaç duyduğu zaman kesitinde hayal edilen misyon gençliğini temsil eder. Âkif ’in Âsım’da inşa etmek istediği özellikler dürüstlük, çalışkanlık ve olaylar karşısında atik bir mizacın duruşuyla mürekkeptir.
Çağları aşan en büyük hastalık, unutmaktır; unutanlar maziyi ve tarihsel gerçekliği kaybedenlerdir.
Âsım, batılılaşmanın nesiller üzerindeki ifsadı karşısında dimdik duran akil Müslümandır. Çünkü Müslüman, şuurunu ve sorumluluklarını kitaplarda yazan bir ödev ahlâkıyla değil; İslâm ahlâkı seciyesi dairesinden algılar. Muhafaza edilmek istenen ideal ve menzil arasındaki değerler manzumesi, Âsım özelinde ve medeniyet genelinde şuur ve misyon arasındaki ufuk fikrinin ta kendisidir. Nesilleri ikmal etmek için verilecek mücadelede Âsım, geçmişin bilgisini geleceğe taşıyan bir şuurun somut, insanî ve ahlâkî yüce tasarımıdır. Bu bağlamda Âsım, medeniyetin değer yargılarını kişiliğinde toplamış bir üst tip olarak şecaatin de temsilcisidir. Safahat’ın altıncı kitabı Âsım’da Âkif şunları söyler Âsım’a:
İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.
Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,
En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i Mübîn.
Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbîn...
(…)
Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla berâber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin!
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.
Denilebilir ki Âkif ’in nesil düşüncesi açısından Âsım, bir başlangıç bilgisinin olumsuz şartlara mahsus yol haritasını eylemlerinde barındırır. Âkif ’in şuur öncelikli düşünceleri ve aksiyonun tam ortasında yer aldığı şahsi mizacı dikkate alınırsa; Âsım’ın da böyle bir medeniyet mücadelesinde kudretli kılınması gerektiğinin önemi gün yüzüne çıkar. İlmin, maarifin, şecaat ve hikmetin Şark’ı terk ettiğine yönelik Âkif ’in korkusu, yine Âsım’la bir umut ve gelecek fikrinde yeniden kudretlenir. Çünkü söz konusu edilen şuurun emanet edileceği mukadderat Âsım’ın doğrudan omuzlarındadır. Başka bir deyişle Şark, şuurlu bir Âsım neslini beklemektedir.
Yarına kalabilecek dayanaklı f ikirler ancak gençlerin şuur sahibi nitelikleriyle devamlı kılınabilir.
Âkif ’in endişelerinin son bulacağı nihai nokta, şüphesiz Âsım neslinin şuurlu bir misyon nesli ve gençliği olarak ifsat edici zamanımızın kötü yanlarına karşı akil ve şuurlu bir aksiyon fikrine bağlanmaktır. Zira bu, Çanakkale Savaşı’nda olmuştur. Âsım’ın nesli diye Âkif’in vurguladığı bu gençlik Çanakkale destanını tarihin altın sayfalarına yazdırmıştır. Bu erdemli ve faziletli nesil, sadece donanımlı bir ahlâklı gençlik tipine işaret etmez; aynı zamanda vatanını korumak için ruhunu ve cismini de ateşe atan bir nesildir.
Yine söz konusu etmeye çalıştığımız şuur ve misyon fikri için Türk düşüncesinde ve edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek’in şahsi mücadele alanına bakılacak olursa; gençliğe hitap eden sanatkârın vurgularında ima ile en öne çıkan şuurlu oluş hâli, durum ve tarihsel şartlar ne olursa olsun “unutuş” fikrine karşı bir panzehir niteliğinde düşüncelerle kendini gösterir. Tıpkı şiirinde olduğu gibi Necip Fazıl’ın mücadele hayatında, gençlik önemli bir noktada konumlanır. Sanatkâr şunu çok iyi bilmektedir ki hangi siyasi mücadele ve erdem yürüyüşü bahse konu olursa olsun; yarına kalabilecek dayanaklı fikirler ancak gençlerin şuur sahibi nitelikleriyle devamlı kılınabilir. Necip Fazıl’ın şahsi mücadelesini yazınsal alandan ibaret görmemek adına altı çizilmesi gereken şey, hakikat ve Müslümanca yaşantı bağlamında nasıl bir gençlik istediğini daha sözlerine başlarken Gençliğe Hitabe’deki “zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” derinliğinde bir gençlik betimlemesiyle sözlerine yine devam ettiği şu ifadelere dikkat çekmek isteriz.
Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve
bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak
kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine
bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı
şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâm’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm
âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...
“Kim var!” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert
fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım
yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dâva ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...
Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım
ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd
etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim, manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası
büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır.
Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!
Şuur, tahammül edilemeyen seküler dünyanın bozucu argümanlarına karşı, sağlamlığını genç zihinlerden alabilecek bir savunma hattıdır.
İşte en temel özellik olarak beliren şuurlu gençlik, Necip Fazıl’ın hakiki gençlik idealini ve faziletli nesilleri tanımlayan ilke düşüncelerini temellendirir niteliktedir. Dikkat edilecek olursa Necip Fazıl, gençliği şuur noktasında uyarırken toplumdaki ruhi çözülüşün nedenlerini de sıralar. “Unutma” ve “unutuluş”a karşı gençliği ihtar eden şair, aynı zamanda beklenti içinde olduğu “gedik”in açılacağı ümidiyle bir anlamda öncülerin başlatacağı hareketi, nesillerin devam ettireceği bir düzeye ulaştırması noktasında güçlü bir inanç taşır. Ve bu da Necip Fazıl’ın işaret ettiği gibi akli ve fiziki nitelikleri taşıyan bir misyon gençliğiyle mümkün kılınabilir.
Taha, metaf izik bilgiyi sağlam bir geleneğin şuurlu takip edicisi olarak arayan bir ontolojik kararlılıktır.
Zamanımızın güncel bir gençlik ideali için yine münevver şair Sezai Karakoç’un metafizik bir dünya görüşünün temellendirdiği birey tahayyülü olan Taha, bilgiyi insani yaratılışın hikmet boyutundan başlatıp ontolojik yaratılışa atfettiği mistik yanıyla açığa çıkar. Taha, saldırı altındaki insanlığın yükselme ve kurtuluş taksonomisini Hz. Peygamber devrine mahsus bir bilinç düzeyinde tahayyül edilmiştir. Karakoç’un ideal insan tipi Taha, bir madde medeniyeti olan Batı’nın ürettiği değer alanında sıkışmış bir tasarımdır. Taha, Diriliş düşüncesinin bir neferi olarak dirilir ve kendini zorunlu bir ontolojik gerçekliğin içinde bulur:
Bir yağmur yağmış
O yağmura karışmış Zülküfülün elleri
Ve bir Mesnevi bebeği
Ehram gölgesine bir yağmur yağmış
Toprak ağarmış bir Tevrat gibi
Sonra dört bir yanı Hızırın suları sarmış kuşatmış
Çok eleğimsağmalar görmüş bu evren köpeği
Sonra gün açmış
İşte olsa olsa bu kavis
O eleğimsağmalardan kalmış.
Yarına kalabilecek dayanaklı f ikirler ancak gençlerin şuur sahibi nitelikleriyle devamlı kılınabilir.
Geleneğin ve hanif bir ilahi öğretinin izleri Taha’yı uyanma aşamasında terbiye eder. Taha’nın hemen karşısında bulduğu gelenek Peygamber kokulu üst bir ahlâk ve şuurun izlerini yansıtır. Bu şuuru metafizik açıdan çevreleyen ontoloji, hiç bitmeyen, hiç yorulmayan ve hiç ölmeyen bir bilgiyi barındırır. Kâinatı kendi gözünden ve kendi yaratılışının öteki merceğinden algılayan Taha, vahyin sağlam bilgisini daha kâinatı izlemeye başladığı andan itibaren hisseder.
Mutluluk o kentin insanlarına
Zafer takıdır kurulmuş geceden geceye
Babil’den Mısır’dan Kudüs’ten Mekke’den yükselen
Büyük gökyüzünde bir mıknatıs gibi dönen
Meryem’in yalvarışından İsa’nın neşesinden
Zekeriya’ya yaklaşan bir testere titreyişinden
Yahya’nın başını bir yemiş gibi getiren
Elma koparan bir el gibi kıvrılmış altın tepsiden
Gökyüzünden bir mıknatıs gibi dönen
Kazılmış bir mezar gibi düz ve evlek
Bir serpinti düğün sonu çiçeklerinden
Bir sergi kaynak suyundan ay kepeğinden ve sülüklerden
Denilebilir ki bu ideal form, sadece Peygamber tarihinin temel problemlerini iktiza eden kıssaların aktarımı ve hikâyeleri değildir. Ortaya konulan, ideali oluşturan davranış prensiplerinin model olarak sunulmasıdır. Babil, Mısır, Kudüs ve Mekke hanif geleneğin tesiri için sadece birer kent olarak kalmamış aynı zamanda Peygamber tavrının hatıralarını soluyan diriliş mekânları olarak da hafızalarda yer etmiştir.
Bu bağlamda Taha, metafizik bilgiyi sağlam bir geleneğin şuurlu takip edicisi olarak arayan bir ontolojik kararlılıktır. Kitabi bilgilerin uçuculuğu çağımızın en temel anti-pedagojik yanını temsil eder. Böyle düşünüldüğünde Taha bir Peygamber modellemesi ve bulgulamasıyla olaylara yaklaşır. Bozulmanın nerde biteceği Taha adına müphemdir fakat nerde başladığı İslâm metafiziğinde bellidir. İdealin yeniden dirileceği ve yüksek bir hikmet olgusuyla yeniden gelişi, şuurlu nesillerin göğüs gereceği bir mücadelenin sonucunda olacaktır. İşte böylelikle söylenebilir ki “Diriliş” köktenci bir nesil hareketi olarak metafizik bir kararlılık ve devamlılığın içsel sonuçlarıyla ümit edilebilir durumdadır.
Sonuç olarak güncel zamanlarımızın madde ile olan imtihanı, bozuluşun hem bilinç dünyamıza ait bir problem oluşu hem de dış dünyadaki dijitalleşen, pragmatikleşen ve profanlaşan bir olgu olduğu hesaba katılırsa; şuurlu oluşun ilk izafe edileceği hedefin gençlik olduğu lüzumu, görmezden gelinemeyecek bir hakikat olarak karşımıza çıkarır. Şuur, tahammül edilemeyen seküler dünyanın bozucu argümanlarına karşı, sağlamlığını genç zihinlerden alabilecek bir savunma hattıdır. Orası kaybedildiğinde toplumun çökmesi ve bozulması da uzun sürmeyecektir. İşte Anadolu mayasını oluşturan Yesevî hikmetleri, Mevlânâ öğütleri, Âkif aksiyonu nesilleri ikmal ve ihyâ edecek ideal davranış prensiplerinin üst modelleri olarak tarihsel bellekte sıcak kalması gereken milli bir zorunluluktur. Dolayısıyla dünyayı değiştirecek cesaret ötekine mebni kuvveti bireysel olarak ortaya çıkarmak değil nesilleri yeniden diriltecek özveri ve fedakârlığı sergileyebilmek adına Müslümanca kendini feda etmektir. Çünkü yarının medeniyeti bugünün genç nesilleri tarafından inşa edilecektir.
Müslüman, şuurunu ve sorumluluklarını kitaplarda yazan bir ödev ahlâkıyla değil; İslâm ahlâkı seciyesi dairesinden algılar.