Özbekistan: Unuttuklarımızı Hatırlatan Bir Seyahat
Asuman GÖLPINAR
Herkesin bildiği veya çoğu kişinin tecrübe ettiği bir husus vardır ki insan bir yola çıktığı zaman döndüğünde artık aynı kişi olarak dönmez. Değişir; biraz daha olgunlaşır, bakış açısı farklılaşır, ön yargılarını kırar kimi zaman ve -elbette niyetine bağlı olarak- biraz da ilm u irfanı artmış olarak geri döner ve hayatına o şekilde devam eder. Burada da böyle bir yolculuğumu hikâye etmek arzusundayım size. Beni sarsan, etkileyen, değiştiren, gözümü açan, sorgulatan, şaşırtan, bilmediklerimizi öğreten ve “unuttuklarımızı hatırlatan” bir seyahatin notlarıdır burada yazılı olanlar.Herkesin bildiği veya çoğu kişinin tecrübe ettiği bir husus vardır ki insan bir yola çıktığı zaman döndüğünde artık aynı kişi olarak dönmez. Değişir; biraz daha olgunlaşır, bakış açısı farklılaşır, ön yargılarını kırar kimi zaman ve -elbette niyetine bağlı olarak- biraz da ilm u irfanı artmış olarak geri döner ve hayatına o şekilde devam eder. Burada da böyle bir yolculuğumu hikâye etmek arzusundayım size. Beni sarsan, etkileyen, değiştiren, gözümü açan, sorgulatan, şaşırtan, bilmediklerimizi öğreten ve “unuttuklarımızı hatırlatan” bir seyahatin notlarıdır burada yazılı olanlar.
Bir gün turizm acentelerinden birine gittiğimde oradaki personelle konuşurken, ‘tüm tur firmaları hep aynı yerlere götürüyorlar, neden alternatif güzergâhlar yapmıyorsunuz?’ diye sormuştum. O da bana, ‘neresi mesela?’ diye sorduğunda, ‘mesela Özbekistan’, demiştim. ‘Özbekistan’da ne var ki, biz Küba turları yapıyoruz alternatif tur olarak ve çok da beğeniliyor’ şeklinde bir karşılık almıştım. Oradan nasıl bir hüzünle çıktığımı anlatamam. Ülkemizdeki turizm temayüllerini Avrupa’daki seyahat akımlarının belirliyor olması ve bu alanda çalışan bir insanın hiç bu tür şeylere kafa yormamış hatta merak bile etmemiş olması ve aşağılayıcı bir ifade ile ‘ne var ki orada’ diye sorması çok etkilemiş ve üzmüştü beni.
Gittim ve gördüm ki Özbekistan’da çok şey varmış. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan, başka bir yerde görme ihtimalinizin bile olmayacağı muazzam güzelliklere şâhit oldum. Daha nice kereler bu şehadetimin tekrarlanması ve daha nice insanın o güzelim Türk-İslam Medeniyetinin eserleriyle tanışabilmelerine vesile olabilmek duası ile gezdim.
Bir zamanlar İpek Yolu üzerindeki en önemli şehirlerden biriymiş Semerkand ve bugünkü tüm tarihi miras da o dönemlerin zenginliğinin bir yansıması.
Ahmet Yesevî Hazretlerinin 63 yaşından sonra artık Peygamber (s.a.v.) yaşını geçtim, bundan sonrasında yeryüzünde gezmek edeben bana doğru olmaz deyip, ömrünün geri kalanını mezar benzeri çilehanesinde yaşadığına dair anlatımları bilmeyen yoktur. Anadolu’nun İslamlaşma sürecinde onun müritlerinin ne kadar aktif rol oynadıklarını da herkes bilir muhtemelen. Dolayısıyla, benim listemdeki yerlerden biri de Ahmet Yesevî Hazretlerinin ziyaretiydi ama nasıl olacak, nerededir, nasıl gidilir hiç bilmediğim için listede duruyordu. Özbekistan ziyareti planlamamızı yaparken, bir baktık, uçaklar çok pahalı. Ama Kazakistan’ın Çimkent şehrine olan uçaklar neredeyse yarı fiyatı ve daha da güzel olanı hem A. Yesevî’nin kabrinin bulunduğu yere çok yakın hem de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e çok yakın. İlk sevincimi bu şekilde yaşamıştım, ‘vay be nasibe bak, bu yolculukta Hazreti de ziyaret edeceğiz, ne mutlu!’ diye düşünmüştüm.
Nitekim yaz mevsiminin en sıcak günlerinde dört arkadaş, kendimizce bir program yapmış olarak yola çıktık. Çimkent’e vardık. Oradan büyük bir iştiyakla Ahmet Yesevî Hazretleri’nin Külliyesi’ne varışımız, koşuşumuz, o turkuaz kubbeli ve kûfi işlemeli tuğla yapıların abidevîliğine her adımda bir kez daha hayran oluşumuz, anlatılır gibi değil elbette. Ve Ahmet Yesevî’nin yanında Emir Timur ile de tanışmak ve onun İslam dünyasına katkı ve hizmetlerine şahit olmak şaşkınlığımın boyutlarından bir başkasıydı. Timur tarafından inşa edilen bu külliyede Hazretin kabrini ziyaret ettik. Çilehanesinin olduğu yeri de ziyaret etmek mümkün, ancak sadece yukarıdan bakılabiliyor. Oradaki Yesevî dervişlerinin vardığı yerleri gösteren harita da insanı şaşırtıyor; ‘Nasıl bir organizasyon, nasıl bir inanmışlık ve dahi adanmışlık bu böyle’, diyorsunuz.
Hayatımın ilk “kımız”ını da burada içtim. Külliyenin avlusunda kurulmuş bir Kazak çadırı vardı. Herkes orada kımız içiyordu, ben içmesem olmazdı tabi. Girdik çadırın içine bir kâse kımız aldık. İlk yudumdan sonra midem ağzıma geldi, bana biraz bozulmuş ayran tadı hissiyatını verdi. Hem oradakilere ayıp olmasın, hem de şifa niyetine diye üç yuduma tamamladım ama gün boyu da midem bir acayip vaziyette gezindim. Vardığım sonuç : bana pek hitap etmiyormuş kımız.
Sonraki gün Çimkent’ten Taşkent’e geçip orada bir gece kaldıktan sonra da meşhur Afrosiyab treni ile Semerkand’a vardık. Bir zamanlar İpek Yolu üzerindeki en önemli şehirlerden biriymiş Semerkand. Bugünkü tüm tarihi miras da o dönemlerin zenginliğinin bir yansıması. Öncelikle bu bölgede, tarihi evler/konaklar, otele veya mihmanhone denilen misafirhaneye çevrilmiş. Tarihi alana çok yakın bu tür bir yerde hem de her bütçeye uygun bir alternatifle konaklamak mümkün. Buralarda yabancı turist namına kim varsa hepsi Avrupalı. Bizim gibi Türk gruplarına pek nadir rastlandığını söyledi bizi her gören, hele ki tamamen hanımlardan oluşan böyle bir mini grup, çoğu kişiyi şaşırttı. Tüm gezimiz boyunca orada tüm konuştuğumuz hanımların, bizim tesettürlü oluşumuza bakıp sordukları soru “beş vakit namaz da okuyor musunuz?” şeklindeydi. İlk duyduğumda garip gelse de sonrasında alıştım ve “evet okuyorum” dedim her seferinde. Bu arada şunu da ifade etmem lazım ki burada en keyif aldığım kısımlardan biri insanlarla Türkçe anlaşabilmekti. Biraz eski Anadolu Türkçesi veya Farsça bilgisi olanlar daha kolay iletişim kurabilirler tabi. Buhara’da Tacik kökenli nüfus daha fazla olduğu için orada Farsça konuşanlar daha fazla yani biraz orada zorlanılabilir lisan noktasında ama illaki Türkçe konuşularak gezilecek en muhteşem yerlerden biri burası.
Semerkand demek Emir Timur demekmiş. Onun başkent yaptığı ve tüm ihtişamını konuşturduğu şehir yani. Eşi adına yaptırılan Bibi Hanum Camii... Dışardan bakınca nefes kesen, bu nasıl bir sanat, nasıl bir mimari diye kendinden geçiren bir yapı burası. Ancak maalesef yaptırıldıktan sonra çok uzun zaman ayakta kalamamış ve harabeye dönmüş. (Bağımsızlık sonrası restore edilmiş ama günümüzde mescidi hâlâ oldukça yıkık dökük vaziyette.) Burada saatlerce oturmak ve zihninizi özgür bırakmak istiyorsunuz ki nitekim biz de böyle yaptık. Şu an bile avlusundaki o dev taş rahlenin önünde kendimi tahayyül etmek bambaşka bir his. Hz. Hızır Camii de şehrin en üst noktalarından birine yapılmış, oradan tüm tarihi alanı görmek ayrı güzel, caminin kendisi ayrı güzel. Ve buradan Emir Timur’un muhteşem türbesine geçtiğimizde, dualarımı okurken, içimde –onu hiç bilmediğimi fark ederek- ona karşı haksızlık yaptığım hissi ile bir mahcubiyet hissettim. Bu arada Semerkand’a ol dukça yakın mesafede Timur’un doğduğu şehir, Şehr-i Sebz’e gittiğinizde orada emiri daha iyi tanıyorsunuz. Orada, onun adına yapılmış bir müze var ki en çok aklımda kalanlardan biri, Yıldırım Beyazıt ile Emir Timur’un birbirlerine yazdıkları mektuplardan bazılarının müzede sergileniyor olmasıydı. Tabi hemen aklımdan ‘acaba hangisi haklıydı, kim kimi kışkırttı, tüm bu savaşı kim başlattı?’ soruları geçti ama sonrasında ‘bunun ne önemi var ki, herkes bu dünyadaki hesabını kapattı, diğer tarafta hikâyenin gerçeğini öğreneceğiz, sen bıraktıkları eserlere odaklan’ diye kendime hatırlattım. Şehr-i Sebz’deki diğer tarihi eserler ayrı etkileyiciydi. Yolda bizim hiç planımızda olmayan ve hatta bilgimiz olmayan Nakşibendiyye Tarikatının ulularından iki zâtı daha ziyaret ettik ki gerçekten kimsenin olmadığı yerlerde bir dervişçe hâl içerisindeydi kabirleri bu zâtların.
Bilen bilir, Semerkand’ın sembolü Registan Meydanı’dır. Bu meydanı oluşturan da etrafındaki muhteşem üç medresedir. Ancak biz bir festival sebebiyle kısıtlı zamanlarda açılan bu medreseleri bir türlü ziyaret edememiştik ve bu durum canımızı sıkıyordu. Ama Allah’tan gördüğümüz diğer yerler teselli ediciydi. Mesela, şoförümüze anlatmak için çok zorlansam da sonunda “koğız” olarak ifade edildiğini öğrendiğim “kâğıt” yapım atölyesi çok ilginçti. Üzerine nadide el yazması eserlerin yazıldığı el yapımı kâğıtların nasıl imal edildiğini gösteren bir atölye köy burası ki burayı görmenin benim için büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Bir kere Semerkand kâğıdı buraya mahsus çok özel bir kâğıtmış; Çok dayanıklı bir kâğıt olduğu için tercih edilirmiş ve İpek Yolu’ndan giden kervanların muhakkak aldıkları ve dünyanın başka köşelerine satmak için develerine yükledikleri bir malzemeymiş. Bu köyde uygulamalı olarak geleneksel usullerle o kâğıdın nasıl yapıldığı gösteriliyor. Her şey o kadar güzel ki, gerçekten yüzyıllar önce kâğıt yapıyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi; Dutların ince dalları soyuluyor, kaynar sulara atılıyor, sonra küçük değirmenlerde dövülüyor ve sonra suya atılıp, kalıba alınıyor, üzerine ağırlık konuluyor ve sonrasında kurutulup cilalanarak kullanıma hazır hâle geliyor kâğıt. Bu safhaları görmek insanın zihninde tarihe dair birçok hususu oturtuyor. Bunun dışında birtakım yağların ve seramik işlerinin yapılarak satıldığı yerler de var. Yani eğer ki Semerkand, İpek Yolu demekse ve bu kâğıt da buraya mahsus bir ürünse bu atölyeleri atlamamak gerek derim.
İtikadî bir mezhep olan İmam Maturidî’nin türbesi de Semerkand’daymış; Sovyetler döneminde harap edilmiş olsa da sonrasında restore edilmiş yerlerden. Büyük mutasavvıf Ubeydullah Ahrar hazretlerinin kabrinin olduğu yer ise beni çok başka etkilemiştir. Bunun sebebi bir ikindi vakti orada olmak ve çok az insanın olduğu bu yerdeki sükûneti hissetmek miydi, yoksa bu büyük zatların etraflarına yaydıkları huzur atmosferi miydi, bilmiyorum. Ancak burada onun adıyla anılan külliyede şu an –Özbekistan’daki birçok medresede olduğu gibi- müze formatında olan medresesi, insana ‘burada kimler yetişti acaba?’ diye sorduruyor. Çok büyük olmayan bir camisi var ve minicik minaresi camiden oldukça mesafeli bir yere yapılmış. Burada bu tür bir uygulamaya sıkça rastlamak mümkün, minareler bazen camilerden de kısa oluyor ve hemen caminin yanında olmuyor çoğu zaman. Bu camide de minare sanki bir satranç piyonu gibi bir yere konulmuş ama sonrasında başka bir yere taşınıverecekmiş edasıyla inşa edilmiş. Ve Hazretin kabri… Oldukça sade, iddiasız ve diğer mezarların aynısı, bu haliyle de ihtişamın bir temsilcisi.
Her ne kadar biz İmam Buharî deyip kendisini Buhara’ya nispet etsek de, İmam Buhari’nin kabri esasında Semerkand’da. Hayatı hep ilim seyahatlerinde geçen bu efsanevî âlimin köyünde ölmesi ondan beklenmezdi herhalde, onun için âhir ömründe bugün kabrinin olduğu yere gelmiş ve burada vefat edilerek gömülmüş. Nasıl sır dolu, nasıl etkileyici ve insanı sarsıcı bir yer, tarifi mümkün değil.
Bir de Şâh-ı Zinde diye adlandırılan bir mahal var ki bence dünyada böyle bir yerin eşi benzeri yok gerçekten. Ashab-ı Kiram’dan şehit edilen Kusem bin Abbas (r.a.)’ın kabrinin etrafında inşa edilen türbeler ve kabirlerden oluşan oldukça büyük bir alan. Elbette bizim medeniyetimizde ölüler hayatın bir parçasıdır ama burada manzara çok daha başka. Bir mahallede geziyorsunuz ve yan yana ev kapıları gibi kapılar var. Sadece bu evlerin mukimleri yaşayanlar değil. Ama ortam o kadar sıcak ve o kadar “canlı” ki gezerken bir mezarlıkta geziyor gibi değilsiniz. Türlü türlü sanatlarla tezyin edilmiş bu abidevi türbeler sizin içinizi öylesine açıyor, öylesine bambaşka bir boyuta taşıyor ki zamandan ve mekândan koptuğunuzu hissediyorsunuz.
Buhara yolculuğumuz oldukça maceralı başladı. Şehre gitmek için sabah treninden yer almıştık. Ancak önceki gece Merhaba Teyze’nin misafirhanesinde konaklamıştık ve oradan ayrılmadan evvel bu güler yüzlü teyze ile bir iki fotoğraf çekilelim dedik ama bu sırada zamanı biraz kötü kullanmış olacağız ki tren istasyonuna yaklaştığımızda tren perondan ayrılıyordu. Yani treni kaçırdık. Hepimiz ilk etapta şok olmuştuk. Kimsenin kimseye kızacak, suçlayacak hâli de yoktu. Hepimiz, ‘bunda ne tür bir hayır olabilir?’ diye kafa yoruyorduk. Ben de bunu duama bağladım, ‘Registan’daki üç medreseyi göremezsem çok üzülecektim, onun için Allah böyle bir imkân sundu bize’ diye yorumlayarak tren biletlerimizi öğle saatine değiştirip, tekrar merkeze koştuk. Hedef medreselerdi. Tabi ki o telaş ile bir gözümüz gördü, diğeri görmedi belki ama en azından aklımızda kalmadı. Yoksa biliyorum, bir ömür içimden çıkmayacaktı.
Nihayetinde Buhara’ya vardık. Buhara’da o muhteşem konakların çoğu otele çevrilmiş. Böylelikle tarihi merkezde, tarihi bir atmosferde kalarak şehrin havasına hemen adapte olabiliyorsunuz. Biz de konağımıza yerleştikten sonra bir araç tuttuk. Aslında planımız farklıydı ancak şoförümüz bize, halkın “Yetti Pirler” dediği Nakşibendiyye Tarikatı’nın altın silsilesi olarak bilinen büyüklerinin ziyaretiyle başlamamızı tavsiye etti. Toplamda 250 kilometre civarında, oldukça uzun bir yol ve vakit ikindi vaktiydi. Yani güneş batmak üzereydi. Esasında birçok insan bu saatte gidilmez diye düşünebilir ama ben iyi ki de o saatte gitmişiz diye düşünmüşümdür hep. Çünkü güneşin batışını dağ yollarında izlemek çok başkaydı. Dahası akşam vakti bitip yatsı vakti girdiğinde biz hâlâ bu mübarek zatların ziyaretindeydik ve bizden başka hiç kimse yoktu. O karanlıkta, o sükûnet içinde ve sadece çekirge sesleri arasında bu ziyaretleri gerçekleştirmek, selam vermek, dua etmek nasıl insanın gönlüne huzur veriyor anlatamam.
Türlü türlü sanatlarla tezyin edilmiş bu abidevi türbeler sizin içinizi öylesine açıyor, öylesine bambaşka bir boyuta taşıyor ki zamandan ve mekândan koptuğunuzu hissediyorsunuz.
Sonraki gün Buhara sokaklarında ben diyeyim sanki Orta Çağ’da siz deyin daha başka bir dönemdeymişiz gibi gezindik. İpek Yolu’nun en önemli şehirlerinden olduğunu her adımda o kadar iyi müşahede ediyorsunuz ki. Her yer kervansaray ve çarşı dolu. Bugün, tüm bunlar turistik amaçlarla ayağa kaldırılmaya çalışılsa da eksik bir şeyler var diyorsunuz gezerken. Birçok medrese var ve bunlar ücret ödeyip gezebileceğiniz yerler. Ama o kadar çok var ki müzeye çevirmek yani içine birtakım nesneler koymak bile ayrı zor. Kaldı ki tüm bunların restore edilmesi de ayrı bir mesele. Bir kısmının restorasyonu tamamlanmış, bir kısmınınsa içleri harap halde. İnsanın içi acıyor tabi. Bizim gibi muazzam zenginliği olan milletler, bu zenginliği nasıl değerlendireceğini bilemeyebiliyor ki bu da çok hüzünlü bir durum bence. Bazı medreseleri gezerken onların o viran hallerine bakıp, ‘Uluğ Bey gibi büyük büyük âlimleri, devlet adamlarını yetiştiren bu medreseler miydi?’ diye düşündüm. İstanbul’un fethinden sonra imparatorun sarayına giren Fatih’in okuduğu Sadi’ye ait beyit zihnimde dolanıp durdu; “Afrasiyab’ın kubbesinde baykuş nevbet çalıyor/ örümcek Kayser’in sarayında perdedarlık yapıyor.”
Buhara demek Kalan/Kalon Minare demek. Ve elbette burada yaygın görülen bir mimari unsur olarak muhteşem tuğla işçiliği demek. Karşısında da hemen burada belki de eğitimi devam eden tek medrese olan Mir Arab Medresesi var. Minarenin olduğu o meydan ve meydanın arka tarafları, her adımda size ‘dünyada böyle bir yer var mıydı?’, diye sorduruyor. İslam Sanat Tarihi derslerinin ilk konularından olan İsmail Samânî’nin Türbesi’ni yerinde görmek ve 10. yüzyıldan bir yadigâra dokunmak çok sıra dışı bir ândı benim için ve ‘vay be kitaplarda okuduğumuz gerçekmiş’ gibi komik bir cümle de zihnimden geçmedi değil. Tüm buraları gezerken atalarımızın nasıl böyle bir zenginliğe, böyle estetik bir anlayışa ve dünya/ahiret görüşüne sahip olduğuna kafa yorduğunuz gibi buralardan neden haberdar olmadığımızı da çözmeye çalışıyorsunuz. Biz ne zaman koptuk buralardan, zihinlerimize engeller ne zaman konuldu ve birileri bunları nasıl başardı, anlayamıyorsunuz.
Tüm bu tarihi atmosfer insanı bambaşka bir dünyaya götürse de, hâli hazırda orada yaşayan insanların işsizlik gibi çok büyük bir sıkıntısı var ve bu sebeple kiminle konuştuysak genç-yaşlı, kadın-erkek, her biri Türkiye’ye çalışmak için gelmek üzere bir hayal ve çaba içinde. Bir gece otelimize dönerken, tenha bir mahalleden geçiyorduk. İçinde 8 aylık bir erkek çocuğu olan bebek arabasıyla yanında da 6-7 yaşlarında bir de kız çocuğu olan bir hanım bize selam verdi. Selamını aldık. Bize bir ay sonra Türkiye’ye çalışmak için gideceğini anlattı. Elinde sadece bir telefon numarası vardı ve onun dışında ne telefon numarasının sahibine dair ne de yapacağı iş hakkında bir fikri yoktu. Dahası uçak bileti için parası da yoktu. ‘Neden gidiyorsun?’ diye sorduğumuzda çalışması gerektiğini ve ülkesinde iş olmadığını söyledi. Evde başka bir çocuğunun daha olduğunu ve bu üç çocuğunu da anneannelerine bırakıp gideceğini anlattı. Eşi, başka biriyle gitmiş ve çocuklarıyla ilgilenmiyormuş. Biz bir çocuklara baktık, bir kadına baktık. Ne diyeceğimizi bilemedik. ‘Sen yine de çocuklarının yanında kal, eğer açlıktan ölmüyorsanız bu, hem senin için hem de çocukların için en hayırlısı’, dedik ama tabi ki onun şartlarını bilemeden konuşmaktı bizimki. Belki de ne diyeceğimizi bilemediğimiz için o an bu tür bir nasihatle kendimizi avutmuş olduk. Bir bilinmeze doğru yola çıkacak kadına mı, yıllarca annelerini görmeden büyüyecek o küçücük çocuklara mı, hangisine üzüleceğimizi bilemedik. Bu ülkede belki de Sovyetlerin en büyük ve en acı miraslarından biri bu; aile kavramını zedelemiş olmaları, kadınların hayat mücadelesini yalnız başlarına vermeye çalışmaları ve bunun için çok üzücü durumları da göze almak zorunda kalmaları. Bu karşılaşmanın üzerine biz dört arkadaş, bir anda suskunlaştık, uzun zaman da kendimize gelemedik.
Buhara’nın en etkileyici yerlerinden biri de “Çor Bekir” denilen, tabiînden (sahabeyi gören insanlar) her birinin ismi de Ebubekir olan dört zatın türbesi etrafında gelişen nekropol, hatta belki buraya külliye demek daha yerinde olur. Nasıl ki Şâh-ı Zinde’de bir sahabe etrafında büyümüş mezarlıklar varsa burada da tabiîn etrafında oluşmuş kabir kümeleri var. Şâh-ı Zinde olabildiğince tezyinatlı olup bir mahalle havasını çağrıştırırken burada her yer tek renk. Tuğla işçiliği her yere hâkim. Orada bekleyen bir iki kişi dışında kimse yok maalesef. Bir de bir sürü güvercin. Biraz şehrin dışında kaldığı için turistlerden de uğrayan çok az. Bu mekânın mahzunluğu içimi burktu. Kuşları besledik, oradaki bir amca şu an artık cemaati olmayan camide bize ezan okudu ve oradaki muhteşem akustiği gösterdi, Özbekistan’da tüm dini mekânlarda bir ziyaretçi geldiğinde oradaki bir kişi Kur’an-ı Kerîm’den birkaç ayet okur ve ardından orada bulunanlar için kısaca dua eder. Bizim için de burada birkaç ayet okunduktan ve dua edildikten sonra farklı dönemlerde yapılmış, bir nevi haneler şeklindeki kabirleri gezdik, dualarımızı okuduk. Zihinlerimizde çok başka izler bırakan bu mahzun ama muhteşem mekândan hüzünle ayrıldık.
Buhara’dan araçla 6-7 saat süren bir çöl yolculuğu yaparak Hive’ye vardık. Yol boyları kum çölü değil de dikenimsi bitkilerin olduğu araziler şeklindeydi. Çok sıcağa kalmamak için yola çok erken çıkmak gerekiyor. Biz sabah 05.00’te çıktık ve Hive’ye vardığımızda saat 12.00’ye yaklaşıyordu. Zor bir yolculuğun üzerine -her zamanki gibi otelimizi ayarlamadan gittiğimiz için-, kalacak yer bulmak bizim için biraz zahmetli oldu. Tarihi merkezde kalmak istiyorduk ama tüm oteller doluydu. (Burada yaşayan insanların hemen hepsi de evlerinin birkaç odasını misafirhane yapmışlar. Özellikle çok fazla turist geldiği zamanlarda aileler için bu uygulama iyi bir gelir kaynağı, ancak bu misafirhanelerde aradığınız konforu bulamayabilirsiniz.) Neyse ki uzun uğraşlar sonunda akşamları damında oturup, şehrin o tarihî silüetini seyredebileceğimiz çok güzel bir otel bulabildik.
Hive…. Bir masal kitabının en güzel sayfası… Tuğla yapılar ve turkuaz renkli bezemeler. Allah’a şükür tarihi alanda güzel restore çalışmaları yapılmış. Şehrin tarihi dokusuna zarar verecek yapılara izin verilmediğini görmek insanı mutlu ediyor. Burada da o muhteşem tarihi yapılar yani saraylar, medreseler, cami/mescit olarak inşa edilmiş ancak şu an bambaşka işlevler için kullanılan binalar, kervansaraylar size bambaşka duygular yaşatıyor. Burada yan yana en az 25 medrese saydım ki çoğu da boş maalesef. Tüm bunları gezerken ihtişam, hüzün, hayret duyguları hep iç içeydi.
Tüm Özbekistan’da insanı en etkileyen şeylerden biri de muhteşem ahşap işçilikleri. Gerçekten günlük hayatta bu geleneğin sürmesi çok özel ve dahası gençler de bu işi öğrenmeye çalışıyorlar. Çok orijinal, kademeli olarak açılabilen, Özbekistan’a has, her biri bir sanat şaheseri olan rahlelerden oraya gidildiğinde alınması gerek derim. Bu arada sadece ahşap işçiliği değil, Özbekistan’ın her yerinde sanatın farklı alanlarında muhteşem eserleri görmek çok güzel. Minyatürler, kahveden resimler, buğday saplarından yapılan tablolar vb. Çok para ile gidip tüm bunlardan birer örnek almak gerçekten hoş olur.
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin” demiş şair. Bu “sürgünlüğün” bitmesi ve koptuğumuz tarihimiz, coğrafyamız ve medeniyetimizin, zihinlerimizde bütünleşmesi için bu tür ziyaretler çok önemli. Görmediğimiz, bilmediğimiz yerin acısını da çekmiyoruz. Umut ediyorum, Türk devletleri arasında siyasi arenada artan işbirliği çabaları, birçok yeni kapılar açar ve biz bu topraklarda “anayurtta” yaşayan Müslüman Türkler olarak “atayurda” daha fazla seferler düzenler ve kitleler halinde giderek köklerimizi keşfedebiliriz. Bu da beraberinde eminim ki nice hayırların vesilesi olacaktır.