Cumhuriyetçiler ve Demokratlar
Emrullah Demirtaş
Avrupa'daki Katolik Kilisesinin baskılarından kaçarak Amerika Kıtasında yeni bir oluşum başlatan Püritenler'in özgürlük temelli yeni ülke hayalleri 1783 yılında ABD'nin bağımsızlığıyla gerçeğe dönüşmüştü. Bir yandan "coğrafyanın" kendilerine sağladığı üstünlüğü kullanarak (hem Kıta Avrupasından uzak olması hem de son derece bol Altın ve gümüş rezervlerine sahip olması gibi etkenler) ekonomik gelişimini tamamlayan ABD, diğer yandan "Tanrı tarafından bahşedilen kutsal görevlerini" yerine getirmek için çeşitli söylemler üretmiş ve bu söylemlere bağlı olarak eylemler icra etmişti. ABD tarihinde siyasi geleneklerin oluşum süreci de bu dönemlerde başlamış; önce 1775-1783 arasında yaşanan "Bağımsızlık Savaşı" ve ardından 1861-1865 yılları arasında yaşanan "Sivil Savaş süreçlerinden derinden etkilenmiştir.
Bağımsızlık Savaşının kazanılması kolonyal Amerika'ya bir özgüven ve başarı hissi vermişti. 18. yy. Dünyasında siyasi harita günümüz kadar küçük değildi. Yani, siyasi ve ekonomik anlamda Dünyanın merkezi olan Avrupa'dan Amerika Kıtasına ulaşım son derece zor, uzun ve meşakkatli bir süreçti. Dolayısıyla tam donanımlı ordularla Avrupa'dan kalkıp koloni Amerikasına donanma çıkarmak külfetli bir işti. Bu sebeple Amerika kendi "Bağımsızlık Savaşını kazandığı zaman gerçekten bağımsız olduğuna emin olmuştu. 1776 yılında "Bağımsızlık Bildirgesi" adıyla evrensel insan haklarına son derece saygılı ve döneminde göre ileri demokratik bir bildiri yayımlayarak kutladıkları bağımsızlıkları onlara Tanrı tarafından görevlendirilen bir millet oldukları konusunda da özgüven aşılamıştır. -Kölelik karşıtı birçok madde içeren Bağımsızlık Bildirgesini imzalayanların hemen hepsinin köle sahibi olması ve bu bildirinin 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisine ilham vermesi sonucu Fransa'nın Afrika'da yaptıkları "eylemsel çelişkinin tanımı olarak sözlüklerde yer alabilecek bir zıtlık içerir.- Kendilerini Amerikalılar olarak tanımlayan bu görece yeni halk temelde Avrupa'dan kaçan toplulukların Amerika Kıtasında bir araya gelmesinden oluşan bir topluluktur. Eski Avrupalı yeni Amerikalıların tarihinde Manifest Destiny ABD'nin Amerika Kıtasında yayılmasının O'nun kaderi ve Tanrı tarafından ( tanınan hakkı olduğunu savunan düşünce) söylmiyle Kıta içerisindeki yayılım süreci devam ederken, 3. Başkan Thomas Jefferson'un ilke, hukuk ve özgürlük temalı görece idealist yaklaşımı günümüze kadar "Demokratlar" tarafından benimsenen bir gelenek oluşturmuşken, Hamilton'un sergilediği güç ve çıkar odaklı dış politik yaklaşım da "Cumhuriyetçiler" tarafından benimsenmişti.
Temelde Demokratlar ve Cumhuriyetçiler ayrımı ABD’nin iç politikasıyla alakalı bir siyasi ayrım olarak görünse de özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın ürettiği küresel politika sebebiyle Dünya Politikasını etkileyen bir olay seviyesine gelmiştir. Bu iki kampın içerisinde birçok farklı siyasi gelenek, etnik grup ve siyasi parti bulunur. Ancak temel ayrım; daha “yumuşak güç” yanlısı taraf Demokratlar, daha “sert güç” yanlısı ve milliyetçi taraf da Cumhuriyetçiler olarak kamplaşmaktadır.
Daha önceki yazılarda da bahsettiğimiz gibi, iktidara gelen grup günlük politikalar, uluslararası ilişkilerdeki tutum, askeri operasyonlar gibi konularda farklı yaklaşımlar sergilese de Amerikan geleneklerinin dışına çıkamamaktadırlar. Bu geleneklere aykırı hareket eden parti veya başkan bir şekilde görevden uzaklaştırılır. Her ne kadar komplo teorisyenlerinin dillerine pelesenk olmuş olsa da tarihte bu durumun en net örneklerinden birisi Kennedy suikastı olarak görülebilir. Gelenek dışına çıkan aforoz edilir, Amerikan politikasının en temel kuralı budur. Bunun dışındaki her şey kabuldür. Mesela Soğuk Savaşın bitiminin hemen ardından Başkan seçilen Bill Clinton Demokrat Partiden seçilmiş bir Başkandı ve son derece “naif” bir söylemle eski Sovyet Cumhuriyetlerinde “liberal demokrasiler inşa etmek” ve “serbest piyasayı yaygınlaştırmak” üzerine oturttuğu dış politikasının arka planında Amerikan hegemonyasının yayılması fikri yer almaktaydı. Tercih edilen yolun temelinde “yumuşak güç” kullanımıyla, demokrasi söylemiyle ve maddi açılımlarla süper gücü küresel tekel haline getirmek vardı. Clinton’un halefi George H. W. Bush ise Cumhuriyetçi Partinin adayı olarak seçilmişti. Elbette bir Cumhuriyetçi olarak milliyetçi muhafazakâr yaklaşımla bir dış politika kurgulamış, adeta aranan kan olan 11 Eylül saldırılarından sonra kelimenin tam anlamıyla Amerika’nın yanında olmayan her ülkeye savaş ilan etmişti. Hatta öyle bir noktaya gelmişti ki “önleyici meşru müdafaa” isimli doktrini yayımlayarak kendilerince terör “şüphesinin!” olduğu her yere müdahale etmeyi en doğal hakları olarak görmüşlerdi. Afganistan ve Irak işgallerinin temelinde Cumhuriyetçi milliyetçiliğinin yer aldığı, konunun petrol veya terörden çok Amerikan hegemonunun sert güç aracılığıyla inşa edilmesinin olduğu yorumu çok da yanlış olmayacaktır. Elbette bu açıklama bir basite indirgeme olarak algılanabilir. Yani bu işgalleri salt bir parti ideolojisiyle ele almak çok eksik hatta bir noktada yanlış bir değerlendirme olabilir ve elbette işgallerin çok daha fazla sebebi bulunmakta; hatta Amerikan dış politikasında yeni bir doktrinler dönemi olarak değerlendirilmektedir. Buradaki basite indirgemenin temel amacı sadece iki siyasi gelenek arasındaki yaklaşım farkını ele almak.
Sonuç olarak; Amerikan tarihinde yer alan her başkan, her bakan, her memur önce Amerikan politik geleneğine, sonra içinde bulunduğu siyasi geleneğe ve son olarak da yer aldığı etnik grubun geleneğine bağlıdır. Bu sıralama hep bu şekilde olmak zorundadır. Bu sıralamayı bozan kişi siyasi hayatın dışına itilir. Amerika’yı “süper güç” yapan bu geleneklerin sıkıca ve başarılı uygulamasıdır. Ancak yaklaşık son on yıldır yaşanan gelişmeler Amerika’nın süper gücünün artık o kadar da süper olmadığını, Amerikan geleneklerinin artık çok da anlamının kalmadığını göstermeye başladı. Yine de şimdilik bu geleneksel ayrım Amerika’yı ve politik adımlarını anlamak için en iyi yol olarak varlığının devam ettirmekte.