Gelenekler ve yenilikler
Bugün dış politikada gelenekler ve bu geleneklerin ülke yönetimleri üzerindeki etkisini ABD üzerinden ele alacağız. Büyük devletler veya büyümek isteyen devletlerin tamamı devletle alakalı her kademede belirli gelenekler üzerine hareket ederler. Bu gelenek takibi hükümetler, bakanlar veya başkanlardan bağımsız, kapsayıcı ve bağlayıcıdır. Elbette her hükümet farklı politikalar izlemektedirler. Ancak bu politik farklılık en temelde kurgulanan geleneklerle çelişemez, çatışamaz. Hele ABD gibi kendini “imparatorluk” olarak gören bir sistemde bu söz konusu bile olamaz. Amerika Vietnam’a girerken de bu geleneklere bağlıydı, Afganistan’da Sovyetlere karşı milis yetiştirirken de bağlıydı, aynı Afganistan’ı kendi doğurduğu adamları “terör” kisvesi altında yok etmek için bombalarken de bu geleneklere bağlıydı. Gelenekleri bozan kim olursa olsun devlette yeri yoktur. Bunun en son ve somut örneklerinden birisi Trump’ın başına gelenlerdir ki bunu da başka bir yazıda ele alabiliriz.
Amerikan dış politikasında dört “önemli” adam dört geleneğe ismini vererek kendilerinden sonraki Amerikan devletine miras bırakmışlardır. Bunlar; ABD’nin ilk maliye bakanı olan Alexander Hamilton’dan adını alan Hamiltoncu gelenek, ABD’nin 3. Başkanı olan Thomas Jefferson’un ilkelerini takip eden Jeffersoncu gelenek, 7. Başkan Andrew Jackson’un politik mirası olan Jacksoncu gelenek ve 1. Dünya Savaşı’nın mağrur idealisti Woddrow Wilson’un mirası olan Wilsoncu gelenektir. Bu dört geleneğin her birisinin temelinde Amerikan gücünün maksimize edilmesi vardır elbette. İzledikleri yol haritası ve belirledikleri köşe taşları farklı olmasına rağmen her birisi dünyanın geri kalanını kendi emrinde gören, “Tanrı’nın istinası olan Amerika’nın” dünyanın efendisi olduğuna inanan bir yapını ürünüdürler. Amerikan Dış Politikasında Hamiltoncu gelenek, genel anlamda “güç” ve “çıkar” ile özdeşleşen bir yaklaşımı temsil eder.
Hamiltoncu gelenek içindeki politikacılar genellikle “güç dengesi” ve “ulusal çıkar” söylemlerini sıkça kullanır, politikalarını bu söylemler üzerine inşa ederler. Jeffersoncu gelenek, demokratik ideallerle “Amerikan tarzının” bütün dünyaya yayılmasını, bütün dünyanın Amerika gibi olmasını ister. Düşünce aslında oldukça idealist bir yapıdadır; dış dünyada savaşın olmadığı ve tek tartışmanın diplomatik ortamlarda yaşandığı cumhuriyetler, ABD’nin içerisinde katı bir izolasyonizm, yerleşik demokrasi ve hatta köleliğin kaldırılması. Bu yaklaşım oldukça sevecen görünse de temelinde yine ABD’nin “Tanrı tarafından seçilmiş” olması hayali ve bunu adeta sahte bir “peygamber” gibi dünyaya yayma arzusunu barındırır. Hatta öyle ki, Irak ve Afganistan’a “demokrasi” getirilirken devlet adamları Jeffersoncu geleneğe başvurmuşlardı. Jacksoncu gelenek ise çok daha muhafazakâr, Amerikan çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve son derece agresif bir politik gelenektir. Milli çıkarları ve halkın refahını her türlü siyasetin üzerinde tutmak Jacksoncuların en temel özelliğidir. Ayrıca Jacksoncuların çıkar tanımlaması da oldukça geniş bir kapsamdadır ve adeta yayılmacı idealleri miili çıkar olarak değerlendirerek (özellikle 20. yy. içerisinde) ahlakileştirmişlerdir. Son olarak Wilsoncu gelenek ise tüm bu üç geleneğin bir karması olarak küreselleşen dünyayı Amerikan tarzıyla yönlendirmeyi amaçlayan demokrastik açılım girişimidir. 1. Dünya Savaşı biterken dünya artık eskiye göre çok daha küçük bir yer haline gelmiş, gelişen teknolojiyle uzaklar yakın olmaya başlamıştır. Bu ortamda artık dünyaya açıklmasının kaçınılmaz olduğunu gören Amerika bunu Wilson’un demokratik görünen yoluyla yapmak istemiştir. Bu demokratik yolun temelinde her milletin kendini yönetmesi (tarih kitaplarında self-determinasyon olarak anlatılır), Amerikan tarzı demokrasinin dünyaya yayılması ve küresel “barışın” korunması vardır. Elbette kğresel barış için gerekirse en çok kanı Amerikanın kendisinin dökeceği Hiroşima ve Nagazaki’de acı bir şekilde dünyaya gösterilmiştir.
Tüm bu gelenekeler aslında birbirinden çok da farklı değildir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Amerika Irak ve Afganistan’a girerken bir yandan Wilson’un idealist sevecen tavrını takınırken diğer yandan Jacksoncu aşırı milliyetçiliği ve Hamiltoncu “ Ameika en güçlü olmalı” fikirlerinin bir karışımını kullanıyorlardı. Bu gün Suriye’de bir yandan self-determinasyon sloganlarıyla terör örgütlerini kışkırtarak silah satarken diğer tarafta hala demokrasi çığırtkanlığı yaparak Wilson’u yad etmekteler. Amerika’nın bir olay hakkında yaptığı açıklamalar her zaman bu gelenekler göz önünde bulundurularak değerlendirilirse anlaşılması çok daha kolay olacaktır.