25 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Üsküb: Bizden Uzakta, Bizden Bir Şehir

Mevlüt DEDE

Kadim bir Osmanlı şehridir Üsküb. İstanbul’un fethinden yaklaşık yarım asır evvel Osmanlı olmaya başlamış bir şehir. Neden Üsküb diyoruz sorusunun cevabı; İliryalılardan aldığı ismin farklı yönetimlerde farklı şekillerde telaffuzuyla günümüze gelmesinden ibarettir. Tarihte Romalılar, Slavlar, Bizans ve Sırplar bu şehrin sahipleri olsa da (Hoca, 1982:122) Osmanlı gibi sahiplenen ve onlar kadar uzun süre şehri yöneten bir devlet olmamış. Günümüz de dâhil olmak üzere şehir en istikrarlı dönemlerini Osmanlı devrinde yaşamış. Söylemesi kolay ancak sayması dahi zor bir hâkimiyet ve hadimiyet süresi; yaklaşık beş asır… Aslında daha fazlası da var ama esas olan bu zaman zarfında yönetenlerin şehri nasıl Osmanlı kıldığı ile Osmanlı’nın burayı nasıl bir şehir kıldığıdır. Balkanların Osmanlı’nın nazarında farklı bir yeri olduğu aşikârdır. Bunun en temel nedenlerinden birisi, hükmettiği topraklarda sadece Balkan coğrafyası Osmanlı’nın eliyle İslamlaşmıştır. Üsküb’de aynı şekilde Osmanlı eliyle İslâmı tanımış ve zamanla İslam şehri halini almıştır.

Hükmettiği topraklarda sadece Balkan coğrafyası Osmanlı’nın eliyle İslamlaşmıştır.

Elbette şehir Osmanlı öncesinde de vardı. Ancak günümüzde de şehrin hâkim noktasında bulunan kalenin içerisi yani sur içi başta olmak üzere, kalenin hemen dibinde varoş diyebileceğimiz ikinci bir yerleşim ve hemen bitişiğinde Vardar Nehri’nin kıyısında bulunan manastırdan ibaret bir yerleşim alanına sahipti (Krstikj, 2013:37). Roma döneminde önemli bir şehir olarak karşımıza çıkan Üsküb, daha sonraki süreçte kendisini yöneten devletlerin istikrarsız yönetimleri tecrübesini yaşamış, Roma dönemindeki konumundan uzaklaşmış ve Osmanlı dönemine bu şekilde girmiştir.

Osmanlı, yukarıda bahsedildiği üzere, kendisinden önce küçük bir yerleşim yeri olan Üsküb’ün günümüzdeki halini almasında çok önemlidir. Çünkü Üsküb, günümüzde Kuzey Makedonya Devleti’nin başkentidir. Osmanlı, fethettikleri diğer Balkan şehirlerinde olduğu gibi burayı da fiziki ve beşeri olarak imar, iskân ve ihya çalışmasına girişmiştir. Bir şehrin yönetiminin Moğollar tecrübesinde olduğu gibi sadece oraya sahip olmak ve hükmetmek olmadığını iyi bilen Osmanlılar hâkim oldukları coğrafyada hem mekâna hem de insana dokunan çalışmalar yapmıştır.

İslam şehirlerinin merkezinde bulunan cami ya da mescitler şehrin kalbini simgelerken, bu mekânsal algı şehir hayatının da burada başladığının sarih bir göstergesidir.

1392’de Yıldırım Bayezid döneminde Paşa Yiğit Bey tarafından fethedilen şehir, 1512 yılında Belgrad’ın fethine kadar, Osmanlı’nın Balkanlardaki en önemli merkezi olmuştur (İnbaşı, 2012:377). Osmanlı Devleti’nin erken dönemlerindeki yönetim tarzı buraya da uygulanmış ve şehrin fatihi oranın uç beyi olarak görevlendirilmiştir. Daha sonra vilayet merkezi olan Üsküb, ilerleyen zamanlarda nahiye ve kaza olmuş ve nihayet 1913 yılında Osmanlı’nın elinden çıktığı döneme kadar da sancak olarak yönetilmiştir. Her ne kadar Yıldırım Bayezid döneminde fethedilse de, bu dönemin sonunun Ankara Savaşı gibi Osmanlı’nın sonunu getirebilecek bir savaşla nihayete ermesi ve ardından yaşanan fetret süreci muhtemeldir ki, bu şehrin de ihmal edilmesine sebep olmuş olabilir.

Ancak, Sultan II. Murad dönemiyle birlikte bir vakıf devleti olma kimliğini, kurulan vakıflar eliyle Üsküb’e de yansıttığı görülür. Öyle ki Üsküb’de bilinen ilk vakıf ve ilk vakıf eseri Sultan II. Murad’ın adını taşır. 1436’da inşa edilen Sultan Murad Camii, Hünkâr Camii ya da Muradiye Camii adıyla da bilinmektedir (BOA, Ev. D. 18455: 4a). Bilinen ilk eserin cami olması, Osmanlı Devleti’nin şehir-mekân algısında merkeze neyi koyduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Medine-i Münevvere’den başlamak kaydıyla İslam şehirlerinin merkezinde bulunan cami ya da mescitler şehrin kalbini simgelerken, bu mekânsal algı şehir hayatının da burada başladığının sarih bir göstergesidir. Üsküb’de de inşa edilen camilerin ya şehrin merkezi konumunda olduğunu ya da merkezî bir yer halini aldığını görmekteyiz. Zamana direnen ve hala ayakta olan Muradiye, İshak Bey, İsa Bey, Yahya Paşa ve Mustafa Paşa camileri etraflarındaki diğer mimari vakıf eserleriyle birlikte şehri sarıp sarmalayan, adeta günümüzde eski Üsküb denilen Osmanlı Üsküb’ünü haritalandıran önemli eserlerdir.

Kurulan ilk vakıflar şehrin ihtiyacına göre büyük vakıflar olmuş ve dini, eğitim, iktisadi vb. farklı alanlarda şehrin eksiklerini tamamlamıştır. Çünkü şehir küçük bir yerleşim alanında ve birçok ihtiyacı olan bir şehirdir. Bu nedenle farklı alanlarda hizmet edebilecek yapılara ihtiyaç olacaktır. İnşa edilen cami, şadırvan, medrese, tekke gibi yapılar Üsküb’e zamanla İslam şehri damgasını vurmuştur. Bedesten, han, hamam, imaret ile çeşmeler başta sosyal ve iktisadi alanda olmak üzere, farklı ihtiyaçları karşılamışlardır. Şehrin imarı meselesi, yönetenler için gücü elinde olanı keyfiyet üzere uyguladığı bir sistem olmaktan ziyade gereklilik üzerinden hayata geçirilmiş bir proje olarak değerlendirilmelidir. Yönetimin Türklerin elinde olması, şehre istenildiği gibi tasarruf edilmesi anlamına gelmemiştir. Örneğin; inşa edildiği dönemde Muradiye Camii, Cuma camisi olarak şehrin bu ihtiyacını karşılamış, Fatih Sultan Mehmed veyahut Kanuni Sultan Süleyman daha azametli padişahlar olduklarını düşünerek buraya bir cami daha inşa etmemişlerdir. Çünkü esas olan bir sultanın o şehre mührünü vurması değil, şehrin adaletli bir şekilde yönetilmesidir.

Şehrin imarı meselesi, yönetenler için gücü elinde olanı keyf iyet üzere uyguladığı bir sistem olmaktan ziyade gereklilik üzerinden hayata geçirilmiş bir proje olarak değerlendirilmelidir.

Osmanlı öncesi dar bir yerleşim yerine sahip olan Üsküb, kurulan vakıflar ve bu vakıfların mimari eserleriyle gelişmiş ve yeni mahalleler oluşmuştur. Oluşan yeni mahallelere de vakıf eserlerinin yahut vakıf kurucularının (vâkıf) adları verilmiştir. Mesela Muradiye Cami’nin bulunduğu yer Cami Kebir Mahallesi olarak adlandırılmış, şehrin fatihi Paşa Yiğit Bey’in adı Yiğit Paşa Mahallesi’ne isim babası olur. XIV asrın sonlarında alınan şehir, XV. asrın ortalarına gelindiğinde hızla gelişir ve İslamlaşır. Öyle ki 1455’te toplam otuz bir mahallenin yirmi üçünde Müslümanlar, sekizinde Gayrimüslimler yaşar. Yani kısa sürede coğrafi olarak genişlemiş, bu süreç aynı zamanda İslamlaşma anlamına gelerek Müslümanların çoğunlukta yaşadığı bir şehir meydana getirmiştir. Öncesinde var olan demografik yapının değişimi ilk dönemlerde Anadolu’dan getirilen göçebe Türkmenler eliyle başlar, devamında ikinci, üçüncü nesillerle devam eder. Ancak mahalle sayısı ve bununla beraber nüfusun artması sürekli Anadolu’dan göç alarak tabiki olmaz.

Osmanlı öncesinde burada yaşayan Makedon, Arnavut ve Boşnaklardan İslam’ı tercih edenler zamanla burada Müslüman nüfusu ve Müslümanlara ait mahalle sayısını artırmıştır. Her ne kadar mahalleler Müslüman-Gayrimüslim olarak ayrılsa da, bu bir ötekileştirmeden ziyade, inanç özgürlüğü anlamına gelir. Çünkü Osmanlı Kafirun Sûresi’nin son ayetini kendine şiar edinerek Gayrimüslimlere; ‘Senin dinin sana benim dinim banadır’ gerçekliğini Üsküb’de bir yaşam felsefesine dönüştürmüş ve asla dışlamamıştır. Aksine millet sistemi merkezinde Üsküb’de yaşayan Gayrimüslimlerin canı, malı, namusu devletin yanında tebaaya (halk) da zimmetlenerek toplumsal bir koruma kalkanı oluşturulmuştur. Sosyal hayatla birlikte ekonominin de içerisinde olan Gayrimüslimler sadece Müslümanlarla ticaret yapmakla kalmamış Devlet’le de anlaşarak darphane gibi çok hayati bir kurumun özel olarak işletme hakkını almışlardır.

Üsküb Kalesi ve Fatih Köprüsü (Taş Köprü) medeniyet ve beşeriyetin, geçmişten geleceğe aktarılan sürekliliğinin ifadesidir.

Geçen her zamanla birlikte biraz daha Osmanlı olan Üsküb, tıpkı bir sanat eseri edasıyla önceden tahayyül edilen bir resmin canlandırılması gibi bilinçli dokunuşlarla sıradan bir sanat eseri olmaktan çıkarılmıştır. Tablonun bütünü olarak düşünebileceğimiz şehrin kurulan mahalleler, inşa edilen mimari yapılarla kale ve varoşlardan ibaret diyebileceğimiz alanı istikrarlı olarak genişletmiştir. Görsel olarak daha zengin ve estetik hale gelen şehir, Müslüman Türklerin gelmesi ve evvelden var olan grupların içerisinden yeşeren ihtida hareketleriyle çok dinli, çok kültürlü hale getirilmiştir. Görsel olarak muazzam bir Osmanlı estetiğine sahip olan tablo zengin sosyolojik yapısıyla Osmanlı ruhuna da kavuşmuştur. Yaşanan bu değişim bize bir nevi Yesrib’den Medine’ye geçişi andırır.

Şehre dahil edilen mimari ve beşeri yeniliklerin yanında var olanı korumanın da Osmanlı için önemli bir felsefe olduğunu Üsküb’de görebilmekteyiz. Evliya Çelebi’nin latif ve zarif dediği Üsküb Kalesi bunun en önemli örneklerinden sayılabilir (Evliya Çelebi, V:554). Muhkem ve korunaklı bir tepede bulunur. Adeta şehrin gözetleme kulesi gibidir. Geçmişten günümüze şehrin simgesi olan Taş Köprü (Fatih Sultan Mehmed Köprüsü) kuvvetle muhtemel (bu mimari yapısıyla olmasa da) Roma döneminde ilk kez inşa edildiğine dair iddialar ortaya atılsa da 1444’te inşaatı başlayan köprü 1456’da Fatih, döneminde tamamlanır (İbrahimgil, 2012-1:47). Günümüzde çoğunlukla Hristiyanların yaşadığı modern şehirle daha çok Müslümanların yaşadığı Osmanlı Üsküb’ünü ayıran ya da aradaki bağı kuran köprüdür. Bu bağ aynı zamanda gelenekselle moderni, Müslümanla Gayrimüslimi birbirine bağlar ya da ayırır. Neden mi? 2002 yılında bir restorasyon sürecinde köprüde bulunan mihrap yıkılır, geçmişle bağı koparılmak istenircesine, ancak bu bağı koparmaya niyeti olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin çabaları ile 2008’de mihrap tekrar yapılır, bu bağ asla kopamaz dercesine!

Üsküb Kalesi ve Fatih Köprüsü (Taş Köprü) medeniyet ve beşeriyetin, geçmişten geleceğe aktarılan sürekliliğinin ifadesidir. Osmanlı öncesinde var olan, Osmanlı’da varlığını devam ettiren ve günümüze kadar gelen… Bu iki yapı da günümüze kadar gelen, şehrin en önemli simgeleridir. Var olanın korunması, tarihin sorduğu; Osmanlı’dan önce ne vardı, sualine yine bizzat Osmanlı’nın kendisi tarafından verilen en bariz cevaptır. İnsanı var eden yaratıcının, onu yaratılmışların en şereflisi olarak gördüğü düşünülünce, var olanın korunmasının var edenin var ettiği varlığın ‘insanın’ korunması olarak da okunması gerekecektir.

Yani sadece mimari eserler değil, beşeriyet de korunmuştur bu şehirde ki beş asrı aşan zamanda ve sonrasında Makedon Makedon’um, Arnavut Arnavut’um, Boşnak Boşnağım demeye devam etmiştir bu sayede.

Osmanlı Devleti’nin yıkmadıkları ile yaptıklarını görmezden gelecek olursak şehirde pek bir şey kalmayacaktır.

Osmanlı döneminde ne vardı, sorusu ise cevabı birkaç cümleye sığmayacak bir soru. Çünkü cevabın içerisinde beş yüz yılı aşan bir tarih, mimarinin, sanat tarihinin, medeniyetin ve beşeriyetin göze, gönle, akla ve estetiğe hitap eden cümleler bulunmakta. İmar, iskân ve ihyanın gerçekliği içerisinde çok sürekli büyüyen, farklı etnik ve dini grupların bir arada ve huzur içerisinde yaşatılmasına dair kurulacak cümlelerdir.

Peki ya Osmanlı sonrası? Bu soruya da cevabı çoğunlukla Osmanlı veriyor galiba. Neden mi? Çünkü günümüzde Üsküb’le ilgili merak edilen, ilgi gösterilen, tarihi olan ve kıymetli olan, aynı zamanda Osmanlı olan anlamına gelmekte. Yani, bir şehrin kıymeti, tarih kokan sokak ve mahallelerinde tarihin kendisi olan mimari eserlerle belirleniyorsa, Üsküb’ün kıymetlileri Osmanlı’nın kıymetlendirdikleridir. Daha açık bir şekilde ifade edelim; tersine okuma yapacak olursak, Osmanlı Devleti’nin yıkmadıkları ile yaptıklarını görmezden gelecek olursak şehirde pek bir şey kalmayacaktır.

Balkan savaşları sonrası 1913’te imzalanan Bükreş Anlaşması’yla (Erim, 1953:450) Osmanlı sonrası dönem başlar ve şehir Sırpların eline geçer. Bu dönemle birlikte Osmanlı öncesi dönemde olduğu gibi tekrar bir istikrarsızlık süreci yaşanır. Bulgarlar ve Sırplar arasında el değiştiren şehir II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Yugoslayva Devleti hâkimiyetinde yaklaşık yarım asır geçirir. 1991’de bu devletten ayrılarak kurulan Makedonya’nın başkentidir artık Üsküb. Az sayıda Türklerin yaşadığı Üsküb’de nüfusun çoğunluğu Hıristiyan Makedonlardan oluşur, Müslüman Arnavutlar ikinci en kalabalık gruptur. Bunların dışında az sayıda Boşnaklar, Sırplar ve Çingeneler yaşar.

Bir şehri daha iyi tanımak ancak o şehri gezmekle olur. Şimdi gezelim Üsküb’ü; uzaktan bizi karşılayan kalesi haber verir tüm şehre, uzaktan gelenleri… Daha da yaklaşalım, şehrin dört bir yanında elif gibi dimdik minareler belirir yavaş yavaş. Sultan Murad Camii (Evliya Çelebi Hünkâr Camii diye yazar Seyahatname’de), İshak Bey (Alaca), İsa Bey, Yahya Paşa, Mustafa Paşa, Murad Paşa ve Tütünsüz Camiileri tanıdık simalar gibi belirmeye başlar. Bize yabancı değildir bu şehir. Artık içerideyiz, Kurşunlu Han, Kapan Han ve Sulu Han oturtur bizi yanı başına ve başlar anlatmaya; seyyahlar, tüccarlar ve daha niceleri… Kimler geldi kimler geçti, kimler kaldı, kimler göçtü anlatır hepsini tek tek. Davud Paşa Hamamı ve Üsküb Çarşısı. Arnavut kaldırımlar ve her zaman üzerinde yürüyen insanlar. Çarşı hala çok canlı, Osmanlı dönemini hatırlatır gibi. Hamamın yanından geçip çarşıdan çıkalım artık. Fatih köprüsü! Vardar nehrinin üzerine inşa edilmiş eski ile yeniyi birleştiren ya da ayıran köprü. Belki aklımıza gelebilir, “neden böyle bir hikayeci üslup” sorusu, ya da “bu nasıl bir anlatım”, sanki şehri gezmiş, havasını solumuş gibi…

Şimdi tam burada bazı sorular sormalı bu şehrin insanlarına… Osmanlı kim? Biz kimiz? İlk soruya bir Hristiyan Makedon (kendisi ünlü bir iş adamı) cevap verdi: Osmanlı büyük ve saygıdeğer bir devletti. İkinci soruya ise bir Müslüman Arnavut (otel sahibi): Siz bize yardım etmesi gerekensiniz.

Ve son soruyu da kendimize soralım: Üsküb neresi?

2012 yılında iki haftalığına gittiğim, bir türlü dönmek istemediğim ama dönmek zorunda olduğum şehir: Üsküb! Birçok şehrimizden daha biz, daha Osmanlı, daha Türk, daha Müslüman bir şehir.

Bizden uzakta ama bizden bir şehir!

Şimdi Yahya Kemal’e kulak verelim bakın ne diyor Kaybolan Şehir’de;

Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.
Üsküp ki Şar-dağ’ında devâmıydı Bursa’nın
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

Kaynakça
• Dede, Mevlüt (2015) Üsküp Vakıfları – Bir Sosyal Tarih İncelemesi BOA.
• Erim, Nihat,(1953) Devletlerarası
Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri
Osmanlı İmparatorluğu Anlaşmaları, I, Ankara.
• Evliya Çelebi Mehmed Zillî ibn
Derviş(1315), Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Dersaadet Matbaası,
V, İstanbul.
• İbrahimgil, M. Zeki(2012-1),
“Üsküp Fatih Sultan Mehmed Köprüsü-Taş Köprü/Vardar Köprüsü”,
Motif Akademi Halk Bilimi Dergisi(Balkan Özel Sayısı),İstanbul:46-54.
• İnbaşı, Mehmet (2012), “Üsküp”,
DİA, 42, İstanbul:377-381.
• Nazif Hoca, (1997), “Üsküb”, MEBİA, 13, Eskişehir:122-124.
• Krstikj, Aleksandra(2013), Values of the Historic Urban form
of Skopje’s Old Bazaar based on
Analysis of the Ottoman Urban
Strategy, Osaka University, Unpublished Doctoral Dissertation,
Osaka.
• Salih Asım, (1932) Üsküb Tarihi
ve Civarı, Üsküb.

 

Whatsapp Whatsapp