25 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Şehir Mimarisi ve Medeniyet Tasavvuru

Prof. Dr. Murat ERTEKİN

İlk düzenli şehirleşmelerin görüldüğü Anadolu’nun neolitik dönemlerinden günümüze; yine Anadolu’da inşa edilen ilk konut tipi “megaron”dan toplu konutlara; insanoğlunun mekan arayışı kesintisiz devam etmektedir. Bu arayış; insanın dünya üzerinde tasarlayıp inşa ettiği gerek iç mekan gerekse de dış mekanlarda hep yaratılış mekanı olan cenneti tahayyül ederek/özleyerek sürüp gitmektedir.

İslam medeniyetinin kurduğu veya dönüştürdüğü nice kadim şehirlerde bu özlemi görmemek mümkün değildir. Medine, Belh, Taşkent, Buhara, Semerkant, Bağdat, Şam, Fes, İşbîliye, Kurtuba, Konya, Bursa ve İstanbul…

İslam medeniyetinin her ölçüde İslami kaidelere dikkat ederek inşa ettiği anıtsal camileri, medreseleri, hanları, kervansarayları, hamamları, tekkeleri, kümbetleri anlatmakla bitiremeyiz. Bu simgesel yapılar mahalle ve sokakları ile bütünleştiğinde ve geriye kalan tüm boşlukları da adeta ilmek ilmek işleyerek dolduran “cennet bahçeleri”yle “İslam şehri” kemalata ermiştir.

İnsanlığın başlangıçtan bugüne kadar ortaya koyduğu en karmaşık, en üst düzey organizasyon “şehir”dir.

İslam şehirlerine can veren onu an’a, vakte ve tarihe bağlayan “cennet bahçeleri” geleneksel ilk tipoloji olan “çar-bağ” ile başlamış daha sonra özellikle dokuz asır İslam medeniyetini tüm cihana nakış gibi işleyen Selçuklu ve Osmanlı devletleri ile “gülbahçe” ve sonra da “hasbahçe” ile yolculuğuna devam etmiştir. Mekansal açıdan cennetin aksını/yansımasını yeryüzüne düşürerek; aynı özlem ve gaye ile gündelik yaşamın her anında dünyanın faniliği, yolculuğun gerçekliği perspektifinde şehirler ve bahçeler kurdular.

Gelenek, gelenekçilik, geleneksel sanatlar, batı uygarlığının küçümseyerek koyduğu “oryantalizm”den daha ziyade; nübüvvetten günümüze ecdadın her taşta besmele çekerek üst üste koyduğu, nice kayayı adeta nakış nakış işleyerek, yaratılış oranından sapmadan halı, kilim, seccade gibi dokuduğu, mekanın girişinde sanki fani olan boyuttan, baki olan boyuta geçişi simgeleyen taç kapıları, minareleri ve ezanları; bize büyük bir medeniyetin inkıtaa uğramadan elden ele ulaştırılan kutsal bir emanet olduğunu anlatır.

Sanat heykelle başlar, mimariyle devam eder. İnsanoğlunun birlikte yaşama mecburiyeti ve artan sosyal yaşam, şehirleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Platon; şehirleşmeyi insanlığın en hikmetli işi olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla, insanlığın başlangıçtan bugüne kadar ortaya koyduğu en karmaşık, en üst düzey organizasyon “şehir”dir. İnsanlar şehri inşa eder, dönüştürür, muhafaza eder veya yok eder.

İslam medeniyetinin yayıldığı tüm coğrafyalarda bundan sonra kurulacak tüm şehirler bu “ilk şehir”, Medine-i Münevvere modeli esas alınarak inşa edilmiştir.

Bir şehre baktığımızda önce biçimleri, yani fiziki yapısını/maddi yapısını, sokaklarını, binalarını, yollarını görürüz; arka planda ise sanatsal bir üslubu, şehrin ruhunu, kimliğini ve belleğini, yani medeniyet tasavvurunu hissederiz. Fiziki yapı somuttur, şehrin sahip olduğu tasavvur ise soyuttur. Bu soyut kavram “şehrin dili” olarak kendini anlatır.

slam medeniyetinde ilk şehirleşme; Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Mekke’den Yesrip’e hicreti ve Yesrip’in Medine-i Münevvere’ye inkişafı ile başlamıştır. Medine-i Münevvere’nin şehir mimarisini yani camiyi, konutları, sokakları ve meydanları şekillendiren Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir. Bu İslami mimarinin başladığı dönemdir. Her medeniyet tasavvurunun bir ya da birkaç simge şehri vardır. İslam medeniyetinin yayıldığı tüm coğrafyalarda bundan sonra kurulacak tüm şehirler bu “ilk şehir”, Medine-i Münevvere modeli esas alınarak inşa edilmiştir

Toplumun bir arada yaşadığı mekânlarda, elbette çeşitli kurallar, kaideler veya normlar bulunmaktadır. Bu kurullara aslında insanoğlu yabancı değildir. Nitekim, neolitik dönemin ilk ve kalabalık şehri olan (yaklaşık 8 bin kişi) Çatalhöyük arkeolojik sit alanını gezdiğinizde, yaklaşık 9 bin yıl öncesinde bile şehirleşmenin, o dönem için belirlenen kurallar manzumesine göre bir plan dahilinde gerçekleştiğini görebilirsiniz.

1911 yılında İstanbul’u ziyaret eden dünyaca ünlü İsviçreli-Fransız mimar Charles-Edouard Jeanneret (Le Corbusier): aslında bir Bizans şehriyle karşılaşacağını düşünürken, Koca Sinan’ın muhteşem eserleriyle klasik Osmanlı mimarlığını ve geleneksel ahşap Türk evlerini (Hayatlı Ev) görünce hem şaşkınlığını hem de hayranlığını ifade etmiştir. Özellikle geleneksel Türk evlerinin birbirine karşı saygı çerçevesinde konumlandığını, birbirlerini asla rahatsız etmediklerini, doğuştan sahip olunan bireysel hak ve hürriyetlerin korunduğunu, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını, hiç kimsenin havadan, sudan, güneşten mahrum bırakılmadığını, mütevazi ve ağırbaşlı duruşa sahip olduklarını hayranlıkla anlatmıştır. Belki de nazar değmiş, belki de bir devir için batma vakti gelmiştir. Le Corbusier’ın kaldığı yedi hafta içinde Aksaray yangını meydana gelmiştir. İstanbul birçok büyük yangın görmüştür. 1663-Cibali, 1721-Balat, 1833-Cibali ve 1870-Büyük Beyoğlu yangını gibi ama son darbe 1911-Aksaray yangınında olmuş, İstanbul’un tüm ahşap konut dokusu yok olmuştur. Nitekim bu gördükleri Le Corbusier’ı genç yaşında derinden etkilemiş, bir İstanbullu gibi çok üzülmüş ve asla unutmamıştır. Aradan yıllar geçtikten sonra İstanbul’un modernizasyonu amacıyla çalışmalar yapılacağını duyunca, Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazarak İstanbul’un kentsel dokusunun mutlaka korunması gerektiğini, hatta olduğu gibi kalmasını önermiştir. Günümüz Türkiye’sinde koruma bilinci hala istenilen seviyede değilken bundan tam 100 yıl önce böyle bir yaklaşım takdire şayandır. Ancak Le Corbusier’ın önerisi o dönemin fikri yapısına uymadığından kabul görmemiştir. İşte modern anlayışın; geçmişi, geleneği, kentsel belleği olan medeniyetleri tahakküm altında alarak yok ettiği; şehirleşme ve mimarlık dönemi de böylece başlamıştır.

Aile ile konut arasındaki ilişki, bedenle ruh arasındaki ilişkiye benzer.

1930’larda Dersaadet (mutluluk kapısı) artık nübüvvet şuurunda İslam mimari ve şehirleşme sanatı ile değil; “modern” ecnebi mimarlar ve şehir plancılarının ellerine bırakılmıştır. Bununla birlikte onlardan birçoğunun dahi korunması için dikkat ettiği, her birisi şehrin siluetinde inci gibi duran; yine kentsel bellek/toplumsal hafızanın birer büyük “data”sı gibi kıyamda duran; Devlet-i Âl-i Osmân bakiyesi yapılar maalesef 1940’lar, 1950’ler ve ne hikmetse “Marshall yardımları” yıllarında adeta hınç, öfke ve öç alırcasına yok edilmiş; bilinçli yangınlarla yakılmış, sanki modernitenin gereği yapılırcasına ne kadar hatıra varsa silinip hatta arşiv belgeleri bile yok edilip, topluma geçmişini, tarihini, mensubiyetini velhasıl kelam medeniyetini unutturmaya çalışılmıştır. Şimdi aradan geçen zamanda, aslında yok edilenin sadece bir binadan, yapıdan veya bir anıttan ibaret olmadığı; tarihin, hafızanın, kültürün ve medeniyetin yok edildiğini; emperyalist vandallığın doğrudan medeniyete yani inanca yani İslam’a saldırdığı aşikârdır. Bu noktada ünlü düşünür ve şair merhum Sezai Karakoç’un dizeleri akla geliyor:

Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.
Halbuki biz sussak, tarih susmayacak.
Tarih sussa, hakikat susmayacak.
Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak.
Hâlbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar,
Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar.
Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.

Bir medeniyet tasavvurunun olduğu coğrafyada başka bir medeniyet tasavvurunun yaşaması mümkün değildir. Nitekim Heidegger, “Bir bina yerin ve oturanların özelliklerine göre inşa edilir, bulunduğu fiziksel ve beşeri topografya ile şekillenir” sözleri mimarlığın ve şehirleşmenin kültürle olan doğrudan bağını göstermektedir. İşte şehirleşmeye de bu minvalde bakarak, mimarimizi, şehirleşmemizi, en temel yapı ile mekan kurgulamamızı; medeniyet perspektifine tekrar çekip; yeniden inşa etmemiz gerekmektedir. Tıpkı Yesrip’i Medine-i Münevvere’ye dönüştürürken neler yaptıysak “düşünüp” (“Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır” (Casiye Suresi 13.ayet) yeniden yapmamız, geleceğimiz için zaruridir. Nitekim, müstakil evler mahalleleri, mahallelerde şehirleri oluşturur. Tıpkı aileler sülaleleri, sülaleler boyları, boylar ise İl’i yani Devleti oluşturur. Hal böyleyken; toplumun devamı için aileye; şehrin devamı için ev/konuta ihtiyaç zaruridir. Her ikisinin de parçalanması veya köklerinden/kimliğinden, tarihinden ve belleğinden koparılması yok oluşu beraberinde getirmektedir. Nitekim, aile ile konut arasındaki ilişki, bedenle ruh arasındaki ilişkiye benzer. Geleneksel Türk ev tipolojisinde “eklemeli mimari” özelliği vardır. Evde yaşayan çocuklar büyüyüp evlendiğinde evin uygun yerine yeni bir oda inşa edilirdi. Ayrıca kullanılan malzemeler doğal malzemeler olup ahşap malzemeler kullanılıyordu. Ahşap malzeme veya diğer malzemelerin ömrü de birkaç nesli idare ediyordu. Bütün bu mimari tefekkür, bir medeniyet tasavvurunun yapı sektörünü ve şehirleşmeyi yönlendiren normlarından kaynaklanmaktadır.

Çatalhöyük arkeolojik sit alanını gezdiğinizde, yaklaşık 9 bin yıl öncesinde bile şehirleşmenin, o dönem için belirlenen kurallar manzumesine göre bir plan dahilinde gerçekleştiğini görebilirsiniz.

18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başlarında özellikle endüstri inkılâbından sonra, hayatın her alanında baskınlığı artan modern mimari ve sanat akımları toplumsal/sosyal yaşamı derinden etkilerken; onunla ilintili tüm sektörleri gerek sanatsal gerekse de zanaatsal meslekleri, eğitimlerini ve uygulamalarını derinden değiştirmiştir. Özellikle Almanya’da başlayan mimari akımlar Avrupa’ya hızla yayılmıştır. Nitekim Avrupa ülkeleri aynı medeniyet tasavvuruna sahip ülkelerden oluşmaktadır. Avrupa’daki değişiklikler ilk zamanlarda kolaylıkla kabul edilmiştir. Ancak Avrupa’nın güneyinde bulunan Osmanlı devleti bakiyesi devletler ve ülkemiz bu durumdan şiddetli bir şekilde olumsuz olarak etkilenmiştir. Üstelik 17. ve 18. yüzyılda Avrupa’daki Barok ve Rokoko sanat akımları “batılılaşma” hareketleriyle ülkeye sokularak hatta sahip çıkılması için “Türk Barok Sanatları” adı altında empoze edilerek, klasik Osmanlı mimarlık dönemini ortadan kaldırmıştır. Tabi daha evvelde ifade edildiği gibi şehirlerimizdeki değişimler sadece yapı sektörü ile ilgili değil; asıl değişimler sosyal, toplumsal, içtimai hayatta olan değişimlerdir. Yüzyılın sonunda bugünkü müşahedede Avrupa ülkeleri bile bu değişimin zararlarını görmüş, özellikle Katolik dünyası modernitenin yıkıcı etkilerini fark ederek “restorasyon, renovasyon, rekonstrüksiyon” gibi bugün bizim de mesleki terim olarak kullandığımız çalışmaları başlatmıştır. Avrupa toplumu bunun için medeniyet tasavvuruna bakmaksızın, bozulmamış sözde “oryantalist” şehirleri incelemeye almıştır. Nitekim geçen yüzyılda bu konularda birçok kitap literatüre kazandırılmış, birçok batılı mimar, şehir plancıları, seyyahlar önce Yunanistan’a sonra da İstanbul üzerinden İslam coğrafyasına geziler düzenlemiştir.

Ülkemizde 1900’lü yıllarda başlayan “neoklasik Türk üslubu” mimaride dolayısıyla şehirleşmede görünür hale gelmiştir. 1920’li yıllara hakim olan “birinci ulusal mimarlık akımı” dönemiyle özellikle 1930’lu ve 1940’lı yıllarda yabancı kökenli (çoğunlukla Almanya, Avusturya ve İsviçre’den) mimarların Türkiye’ye çağrılmasıyla Avrupai yapılaşmalar şehirlerin odak noktalarında yerini almıştır. II. Dünya Savaşı ve sonrası dönemde, 1940’lı yıllarda başlayıp 1950’lere kadar süren dönemde ise “ikinci ulusal mimari akımı” etkili olmuştur. Halen günümüzde taşıdığı mimari üslupla çevresinden ayrılan örnekleri görmemiz mümkündür. Akabinde modern ve postmodern mimarlık akımları da ülkemizde etkili olmuştur. Özellikle 1980’den sonra kırsaldan şehre göç hızlanmış, şehirler kontrolsüz büyümeye başlamış ve şehirde artan konut ihtiyacının karşılanması için hem özel sektör hem de Toplu Konut İdaresi (TOKİ) hızlı yapılaşmaya girişmiştir. Bütün bu gelişmeler başta kadim şehirlerin dönüşümünü hızlandırmış, sürekli değişen yerel ve merkezi yönetimlerde uzun dönemli planlamanın uygulanmasını engellemiştir.

Günümüzde şehirleşme farklı bir yapıya doğru gitmektedir. 1990 yılından bugüne, gelişmiş ülkelerde tartışılan iki temel konu vardır. Birincisi uzak gelecekte, galakside; “uzay şehirlerinin” tasarlanması; ikincisi ise yakın gelecekte, halihazırda var olan şehirlerin; enerji-etkin, yeşil, sürdürülebilir, ekolojik ve akıllı şehirler yani “geleceğin şehirleri” olarak dönüştürülmesidir. Hatta içinde bulunduğumuz zaman itibariyle akıllı ve enerjisini kendisi üreten (GES, RES veya JES vasıtasıyla) “ekolojik şehirler” hayat geçirilmeye başlanmıştır. Bunun için hem yasal mevzuatta düzenlemeler yapılmakta hem de altyapı çalışmaları ona göre planlanmaktadır. Fakat bunlar yapılırken, yine diğer alanlarda olduğu gibi, farklı ülkelerde yapılmış olan dönüşüm uygulamaları doğrudan alınarak şehirlerimize tatbik edilmektedir. Oysa bu değişimler geleceğin şehirleri dahi olsa, yine fiziksel/somut olarak algılanmakta; şehrin, kimliği, ruhu, hafızası ve orada yaşayan insanların sahip oldukları medeniyet tasavvuru dikkate alınmamaktadır.

Ezcümle; tarihimizden ders alarak, hala varlığını devam ettirmek için direnen; doğal, tarihi ve kültürel varlıklarımızın mutlak korunması ve medeniyet tasavvuru perspektifinde kökü, ruhu ve hafızası olan “geleceğin şehirlerinin” inşa edilmesi tarihi sorumluluğumuzdur.

Whatsapp Whatsapp