8 Ocak 2024 Cihannumma Editör Ekibi

Bilgi Tüketimi, Tükenim ve Bal Arısı

Dr. Ömer Faruk YELKENCİ

Bilgiyi güç olarak ele alan Bacon’ın yaklaşımının, modern bilim felsefesini doğrudan etkilediğini biliyoruz. Diğer yandan Descartes’ın “düşünüyorum öyleyse varım” anlayışının modern Avrupa bilimi ve düşüncesi üzerindeki etkisi de aşikârdır. İnsanın varlık alanının yalnızca düşünme ile ilişkilendirilmesi elbette Batı ve etkilediği alanda insanı ontolojik olarak yarım bırakmıştır. Bu yarım kalmışlığın epistemolojik alanda da olduğu açıktır. Bu anlayış bilginin üretilmesi sürecinde ‘duyuş’u ihmal ettiğinden, bilgiye ulaşmanın tamamlayıcı ve alternatif yollarını da tıkamıştır. Halbuki bunun bir de ‘hissediyorum öyleyse varım’ tarafı olmalıydı. 

MANEVÎ MUTASYON

Nihayetinde insanın kendi eliyle ürettiği manevî mutasyonları ortadan kaldırabilmenin yolunun Nurettin Topçu’nun ‘hareket ediyorum, düşünüyorum, birliği seviyorum’ yaklaşımında olduğu gibi ‘düşünüyorum ve hissediyorum, öyleyse varım’ anlayışı ile mümkün olacağını tespit etmeliyiz. Böylece bilginin, insanın bilmesini ve ayrıca kendisini bilmesini sağlayacak ve bu sayede onu kurtuluşa götürecek bir işleve sahip olması mümkün olacaktır. İşte bu bilginin kutsallığı yakaladığı noktadır. Nasr’a (2001) göre bu sayede “bilginin zafer ışığı” ile sürekli aydınlık sağlanmış olacaktır:

Bilginin kurtuluşa götürmesi için onun insan tarafından tamamıyla gerçeklenmesi ve insan mikrokozmosunu oluşturan her şeyle ilişkide olması gerekir. (…) Öte yandan gerçeklenme, gerekli ve ön koşul olarak hem bedenin hem de ruhun eğitimini, insan mikrokozmosunu kutsal bilginin “zafer ışığını” almaya hazırlayan bir eğitimi gerektirir (s. 321, 322). 

Öyleyse bilgiyi doğru tarif edip, doğru kriterlerle değerlendirmek ve buna hazırlayan bir eğitim anlayışını tasarlamak öncelikli işimiz olmalıdır. Yoksa bilgi, kainatın Yaratıcısının ilminin yanında kocaman bir hiçten başka ne olabilir?

Öte yandan her ne kadar tespitlerinin ve itirazlarının kendi sosyolojik iklimine bir başkaldırı olduğunu, Batı dışı dünyanın bu sosyolojik çerçeveye girmediğini söylese de Baudrillard (2006), onun bir “simülasyon evreninde”, egemenlerin egemenliğini perçinleyen “yasalara sıfırı tükettiren bir edilgenlik ve boyun eğme simülasyonunun” ifadesindeki erişilmez mazoşizmi yaşayan ve diğer yandan bunca yoğun bilgi bombardımanının altında, hayretler içinde “hayret duygusunu kaybetmiş” (Nasr, 2001) olan bizler de maalesef bu dramın parçası olmuş durumdayız. Çünkü artık bilgi, sıradanlaşmış bir zirveye ulaşmayı başarmıştır. Ne mutlu! Bu durum heyecan verici bir gelişme midir yoksa -modernleşmenin kendi iddiasının aksine- insanlığı daha da mutsuz olmaya mahkum edecek bir realite midir?

Çünkü artık bilgi, sıradanlaşmış bir zirveye ulaşmayı başarmıştır. Ne mutlu! Bu durum heyecan verici bir gelişme midir yoksa -modernleşmenin kendi iddiasının aksineinsanlığı daha da mutsuz olmaya mahkum edecek bir realite midir?

TÜKENIM

Pek açıktır ki bunun insanları götüreceği yer “tüketim hazzıdır.” Dolayısıyla doyumsuzluk ve mutsuzluktur. Uyanık bir bilinçle inancını yüreğinde taşıyan herkesin böyle bir gelişmenin ve bunu dayatanların karşısında en büyük muhalefet cephesini oluşturmuş olmaları beklenir. Elbette ki sadece böyle bir tepkisel cephe oluşturmak yeterli değildir. Aynı zamanda bu insanlar doğru olanı; insan için faydalı ve güzel olanı üretmenin peşine düşmelidirler. 

Aksi taktirde insanlar, Baudrillard’ın (2006) “Tüketmemizi isteyen siz değil misiniz? Alın işte, her şeyi yararsız ve saçma sapan bir şekilde ve giderek daha çok tüketeceğiz” (s. 43), ifadesindeki şuursuzluğu yaşamaya başlarlar. Bir başka açıdan tüketimi besleyen gönüllü esaretin bir ifadesi olan bir yaşam tarzı insanın vazgeçilmezi haline gelir. Böylece karşımıza kendini doğru tanımlayamayan, fıtratını, ne olduğunu bilmeyen ve sağlığını yitirmiş bir toplum manzarası çıkar:

Tüketim bir söylemdir. Yani tüketim çağdaş toplumun kendisi üstüne bir söz, toplumumuzun kendisiyle bir konuşma tarzıdır. Bir anlamda, tüketim toplumunun tek nesnel gerçekliği tüketim fikridir, günlük söylem ve entelektüel söylem tarafından sürekli yinelenen ve sağduyu gücüne ulaşmış olan bu yansımalı ve söylemsel bileşimdir (Baudrillard, 2008: 254).

Bu durum insan ve toplum için tükenimin yolunu açacaktır. Daha doğrusu şimdiye kadar yaşananlar tükenimin dramatik bir hikâyesidir.

GÖNÜLSÜZ GÖNÜLLÜLÜK

Yine Baudrillard’a (2006: 2) göre, tüketim konusunda “Teknik, bilim ve bilgi için de benzer şeyler söylenebilir. Bu onların kaderidir. Sihirli ve tüketilen bir (eğlence) gösteri olmak.” Bilgi ve bilgiye dayalı gelişmeyle ilgili bu yaklaşımlar, bilgiyi de tüketimin bir metaı haline getirmiştir. Bilgiyi özellikle teknoloji üzerinden tüketim metaı haline getiren kapitalist zihniyet, onu küresel bir maharetle pazarlamanın yollarını da üretmiştir elbette. Baudrillard’ın (2008), “Toplumumuz kendini tüketim toplumu olarak düşünür ve konuşur. En azından, bu toplum tükettiği ölçüde kendini tüketim toplumu olarak, fikirde üretir. Reklam bu fikrin zafer türküsüdür” (s.254), tespitinin yanında söylenebilir ki bu zeminde tedavüle sürülen kuram ve paradigmaların karikatürize olmuş tavırlarla pazarlaması ve satışı yapılmaktadır. Bu noktada ‘bilgi kapitalizmi’ de parçası olduğu dünya gibi reklam maliyetini de muhatabına yüklemektedir.

Yunan paganizmi ve Pavlus’un Hıristiyanlığının karışımı bir dinden beslenerek oluşan modern Batı düşünce dünyasının bilgi üretim fabrikaları, sahiplerine daha çok kazandırmanın gayreti içinde, tüketilmek üzere ihraç ettikleri kurgulanmış bilginin zafer türküsünü de ülkemizde ne yazık ki akademisyenlere söyletmektedirler. Bu bize şunu gösteriyor ki çoğunlukla akademisyenler bile –samimi, sahici, vatansever ve nitelikli iş üreten akademisyenlerimiz bu değerlendirmenin dışındadırbizatihi kendileri sorgulama ve eleştirel bakış yetkinliklerinden yoksundurlar. Ya da bunu yapabilecek yeterli donanıma sahip değildirler. Her iki durum da sınıfta kaldığımızın birer göstergesidir. Zaten bu durumlardan biri bir diğerini rahatlıkla doğurabilir. Bir olasılık daha vardır ki hiç aklımıza getirmek istemeyiz, bu Cemil Meriç’in yani “Bu Ülke”nin “Penelope tipi aydınlar”ında tezahür eder: Gönülsüz gönüllülük. Halbuki akademisyenlerden –ki onlar bilim insanıdır aynı zamanda- beklenen tavır en azından, hakim paradigmadan yani güçten ve ideolojilerden bağımsız fikir, ilim ve değer üretmeleri, karşılaştıkları yeni bilgileri sorgulayıp, eleştiri süzgecinden geçirerek değerlendirmeleridir.

Bilgi ve bilgiye dayalı gelişmeyle ilgili bu yaklaşımlar, bilgiyi de tüketimin bir metaı haline getirmiştir. Bilgiyi özellikle teknoloji üzerinden tüketim metaı haline getiren kapitalist zihniyet, onu küresel bir maharetle pazarlamanın yollarını da üretmiştir elbette.

BUDALA ÂŞIK SENDROMU

Bilgi ile beraber bilişim teknolojilerinin de hızlı gelişiminin oluşturduğu günümüzün büyülü ortamında bilgiyle ilişkimize dair tanımlamalar da aynı hızla değişmektedir. Yakın bir geçmişte istediğiniz bilgiye (malumat) ulaşmak ‘bir “enter” tuşuna basmak kadar kolay’ denirken bugün “touch screen” teknolojisi ile bilgi (malumat) ‘parmaklarınızın ucunda bir dokunuş’ kadar yakın durmaktadır. Bilgiye kolay ulaşmanın büyüsüne ve hazzına o kadar kaptırmışız ki kendimizi ve hatta bu noktada bir bağımlılık üretmişiz. Kendimizi onulmaz bir bağımlılığın pençesine bırakmış olduğumuzun farkında da değiliz. Çünkü bilincimizi yitirmişiz. Dahası bilgiye parmak uçlarımızla ulaştığımız ve başka bir çok şeyi yapabildiğimiz bu makinelerle aramızda sarsılmaz bir duygusal bağ da geliştirmişiz. Telefonlar, arabalar, evler ve çevremizdeki bir çok şey akıllı olurken biz insanlar ise duygusal olmayı tercih ettik: Kendi ürettiklerimize, ellerimizle yaptıklarımıza âşık olduk. Bu durumu budala âşık sendromu olarak tanımlamak mümkündür. Benzer bir durumu eğitim alanında da yaşadığımızı söylemeliyiz.

Hatta son iki asırda eğitimle teknoloji arasında simbiyotik bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yani bu iki alan birbirini besleyerek yakınlıklarını arttırmışlardır.

EĞITIME DAIR

Öncelikle yukarıda bahsedilen, teknolojide yaşanan gelişmelerin eğitim alanını da çokça etkilediğini vurgulamak gerekir. Hatta son iki asırda eğitimle teknoloji arasında simbiyotik bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yani bu iki alan birbirini besleyerek yakınlıklarını arttırmışlardır. Eğitim alanındaki gelişmeler teknolojinin gelişmesine, teknolojik alandaki gelişmeler de eğitimin araç, yöntem ve hatta anlayışının değişmesine neden olmuştur. Son zamanlarda eğitim alanındaki tartışmaların da yapay zekâ üzerinden yapıldığına tanık olmaktayız. Nesnelerin internetinden, otonom sistemlere, STEM, STEAM, STEM-H tartışmalarından, akıllı sınıflara, akıllı okullara vs. Bu gelişmelerin eğitimin geleceğini nasıl etkileyeceği konusu da çokça konuşulmaktadır elbette. Bu doğrultuda eğitimi okulun dışına daha çok çıkaracak olan zaman ve mekân kısıtsız, küresel eğitim (Kırkıç, 2108) anlayışı, öğrencilerin kapasiteleri, öğrenme stilleri ve öğrenme deneyimleri*** gibi değişkenleri dikkate alarak her bir öğrenci için kişiselleştirilmiş öğrenme imkânları, bugünün çocuklarının % 65’inin şu anda keşfedilmemiş işlerde çalışacağı (sosyal medya danışmanı, sosyal medya editörü gibi iş tanımları 10 sene önce yoktu) öngörüsüyle (Kırkıç, 2018), değişik seçenekleri içeren ve şartlara uyum sağlama kapasitesini ifade eden öğrenmede esneklik, işbirliği ve zaman yönetimi, problem tanımlama ve problem çözme becerilerini de içeren proje temelli öğrenme yaklaşımları eğitimin geleceğine etki etme kapasitesini üzerinde taşımaktadır. Bu yaklaşımlar doğal olarak sürekli gelişimi ve süreç odaklılığı, müfredatın disiplinlerarası yaklaşımla öğrencinin ve hatta disiplinler ötesi bir yaklaşımla velinin katılımlarıyla oluşturulmasını yani öğrenci-veli katılımlı müfredat gerekliliğini, her öğrenci için farklı bir eğitim yolculuğu mevzu bahis olacağından gelişmiş bir duygusal zekânın beslediği liderlik becerilerinin yanında mentorluk ve koçluk müesseslerinin önem kazanmasını getirecektir. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak oluşan/oluşmakta olan eğitime dair bu süreçlerin içinde bir beceri daha vardır ki kilit bir rol oynamaktadır. Bilgi üretiminin geometrik şekilde arttığı günümüzde yapay zekânın da devreye girmesiyle bilgi ve veri üretiminin tahmin edilemez bir hıza ulaşacağını söylemek kehanet olmaz. Ancak bugün için bu üretilen verilerin yorumlanması için yine insana ihtiyaç duyulacaktır. Dolayısıyla veri yorumlama çok ihtiyaç duyulan ve aranan bir beceri olacaktır.

Eğitimi okulun dışına daha çok çıkaracak olan küresel eğitim anlayışı, her bir öğrenci için kişiselleştirilmiş öğrenme imkânları, değişik seçenekleri içeren ve şartlara uyum sağlama kapasitesini ifade eden öğrenmede esneklik, işbirliği ve zaman yönetimi, problem tanımlama ve problem çözme becerilerini de içeren yaklaşımlar eğitimin geleceğine etki etme kapasitesini üzerinde taşımaktadır.

MÜTHIŞ ANALOJI: BAL ARISI

Buraya kadar genel durum ve dijital devrimin etkilediği eğitim alanında yaşanmakta olan gelişmeler aktarılmaya çalışıldı. Peki bu gelişmelere bizim penceremizden doğru bir zihinle bakmak gerekmez mi, ya da bu bakışı doğru bir biçimde nasıl yapabiliriz, sorularının duruşumuz açısından önemli olduğunu söylemeliyiz. Bu anlamda bir örneklendirme yapma gayretiyle eğitimin -yükseköğretim de dahil- gelecekte öğrencilere kazandırması beklenen iki beceriye dikkatinizi çekmek istiyorum: Girişimcilik ve problem çözme becerileri. Sözü edilen girişimcilik becerisinin istihdamı -işverenin ihtiyacı olan istihdam, çalışanın ihtiyacı olan işi değil- destekleyen ve böylece bir yönüyle kapitalist dünya düzenini besleyen daha gelişmiş bir girişimciliği kastettiği açıktır. Ancak diğerine yani problem çözme becerisine bakıldığında ilk bakışta gayet ulvi bir beceri olarak karşımızda durmaktadır. Biraz derinlemesine düşündüğümüzde problem çözme becerisinin geliştirilmesi gayreti çözülmesi gereken çok sayıda probleme işaret etmektedir. Bu hareketlilik de yine sömürerek beslenen kapitalist düzenin tahkim edilmesine yardımcı olacaktır.

Meseleye Müslüman bir zihinle bakıldığında ise durum çok basittir. Evet problem çözme becerisi pek mühimdir. Ama daha mühimi ve ona takaddüm eden yani ondan önce önemli olan ve tüm senaryoyu değiştiren problem üretmeme gayreti, problem üretmeme becerisidir. Bunu Peygamberimizin müthiş bir analoji içeren şu hadisiyle açıklayabiliriz: “Mümin bal arısına benzer; güzel şeyler yer, güzel şeyler üretir, güzel yerlere konar ve konduğu yeri de kırmaz ve bozmaz (zarar vermez)” (DİB: 617). Yani mümin problem üretmez. Üretmemek için elinden geleni yapar. Öyleyse bu noktada bir eğitim sisteminden beklenen en önemli görevlerden biri, öğrenciye doğru yoldan üretme ve üretirken çevresine ve hiçbir şeye zarar vermeme becerisini kazandırmak ve bunun bilincine sahip olmasını sağlamak olmalıdır. Daha sonra pek tabii olarak problem çözme becerisi de çok önemlidir.

Eğitimle ilgili meselelerde de yukarıda vurgulamaya çalıştığımız bilginin edinilmesindeki edilgen durumlara düşmemek için gereken sorgulamaları kendi duyuş ve düşünüş referanslarımız ışığında yapmamız gerekir. Yoksa çocuklarımızı biz değil sorgusuz sualsiz ve eleştiri süzgecinden geçirmeden ithal ettiğimiz başkalarının paradigmaları eğitir, şimdiye kadar olduğu gibi.

 

Whatsapp Whatsapp